Turkish Writings
KISIR GELİNLER
Bir evliliğin geleceği, ilk gecenin sabahından belli olur. Balzac 1
Dayıoğluna varmaktan başka çıkış yolu yoktu, Gülsüm’ün!
On dördüne basınca, abisi karşısına dikilip,
-Bana bak, eğer seni bir oğlanla göreyim, bacaklarını gırarım, demişti kızın serpilen boyuna bosuna, gözle görülen tomurcuk memelerine pis pis, bakarak. Nasıl da ödü kopmuştu Gülsüm’ün, Ali Hasan’la, tepedeki çalılıklar arasındaki o unutulmuş ahırda, buluştukları anlaşılacak diye!
-Artık goca gız oldun, aybaşın da başladı. Çarşı-pazarda herifler dikizliyor o irileşen, domur domur memelerini, demişti anası, on beşine basınca.
-Ben ölmeden gününü göreyim. Bildik yerden zarar gelmez. Gardaşımın oğlu ne de olsa. Öteğende şansı olmadı garibimin ama... Amma bu sefer gülecek yüzü, inşallah! Ah gardaşımın yüzü gülmedi gitti. Valla güldürecem gardaşımın yüzünü! Valla da billa da...Ah..Ahh..
Dayıoğlu Süleyman, ilk karıyı boşamıştı. Eeee... N’apsın ki... Çocuksuz ev olur mu hiç!
-Çocuksuz ev meyvesiz ağaç, derdi, rahmetli dedesi...
-Çürük elma...
-İşleyen demir ışıldar, derdi ebesi de...Ne de olsa, koca ebesi daha bilirdi bu işleri. Dededen akıllıydı elbet.
Dayıoğlu Sülo garıyı boşamayıp da ne idecekti ki!
Gelin gısırdı işte!
Severek almıştı, oysa.
İşin içine gısırlık girince, aşk meşk vız geldi ya! Tüm köye, aleme rezil olmak vardı...Kolay değildi, bir ‘er’ için. Güçlü guvvetli...Sırım gibi bir ere yaraşmazdı, gısır bir garıyla yaşamak.
Olacak şey değildi.
Olmadı da.
Gülsüm’ü alacaktı, dayıoğlu. Gülsüm de, belli ki, yanıktı dayıoğluna...Çocukluğundan belli...Belki güsmüştü önce niye onu almadı garı diye amma işte gısır soykanın cilvesine mağlup olmamak eldemiydi ki...Heral şimdicek yalandan bir naz ediveriyordu ama! Yenge bu işin ustasıydı...Hal yoluna goyuverdi işte...Heyecanlıydı...Gene bir gızlık bozacaktı! O gan rengini görmek sarhoş ediyordu Sülo’yu.
Davullar zurnalar çalacaktı... Gene köy hep Sülo’yu konuşacaktı.
Gariban Gülsüm, ne ettiyse, ne yaptıysa, anasını kandıramadı.
İşte böylece; gendinin uğursuz ve hayırsız, anasının ve tüm sülalenin, Sülo’nun hayırlı günü gelivermişti. Üç günlük gına gecesi bitmiş, düğün başlamıştı. Davul zurna gırla gidiyordu. Yemekler yeniyor, börekler açılıyor, tatlılar bol bol dağıtılıyordu.
Herkes, köy meydanında eğleniyordu. Beşikteki bebelerden, doksanlık, elleri gınalı nenelere kadar. Herkes ama herkes meydandaydı! Hep bahane aranırdı ya çiftetelli için...İşte ortalıkta dönüp duruyordu garılar, herifler...
Dedesi silahlar patlatıyordu keyfinden...Hatta ebesi bile!
Köyde üç mutsuz vardı:
Gülsüm,
Ali Hasan
Ve Muharrem! Hani o Gülsüm’le Ali Hasan’dan başka kimselerin insan yerine koymadığı mezarlık temizlikçisi Muharrem.
Mezarlığa ziyarete gelenlerin on kuruşluk bahşişleriyle geçinen, mezarlığın, eskimiş taş duvarına uzanıp hayallere dalan, garip-anlaşılmaz konuşmalarla, ölülerin ruhlarıyla sohbet ederek, mezarlık çiçeklerini sulayan, Gülsüm’le Ali Hasan’ın sevdalarına tanık, onlara sanki, ‘ne güzel sevdalı olmak’ , ‘aman sakın ola vazgeçmeyin’ dercesine gülümseyen, topal Muharrem, bu! Yıllar önce sevdiği kızı alamadığından, kulaktan kulağa, delirdiği fısıldanan topal Muharrem.
Ve o kızı, ağa babası, zorla bir zengine vermiş...Ama kız ikiz bebelerini doğuramadan, kan zehirlenmesinden ölüp gitmiş. Ne o zengin ağa uşağına ne de bu yoksula yar olamadan...Hatta gızın ölümü istediği bile söylenir...Öldüğünde dudaklarında gülümseme bile varmış!
Gülsüm, dayıoğlunu istemediyse de, ağlayıp sızladıysa da, kendini öldürmekle çevresindekileri korkutmaya çalıştıysa da olmadı. Ganmadılar. Heçkimsenin umuru bile değeldi ölümü.
Söyleyemedi, gönlünün başkasında olduğunu.
Öldürürlerdi onu da sevdalısını da. Hem de hiç ama hiç acımadan! Evlenecekti dayıoğluyla. Kendi ölümünden çok anasına acırdı. Mecburdu. Anası demişti ya:
-Baban beni de, seni de gebertir!
Alışıktı dayıoğluna. Abi-bacı büyümüşlerdi, aynı avluda...Şimdi, nasıl goca olarak goynuna alacaktı. Şaşkındı ama mecburdu! Kendinden de onbeş yaş da böyüktü ama... N’apsın? Törelere karşı çıkmak Gülsüm’e mi, kalmıştı! Hem erin böyüğü eyiymiş dediler...
Ali Hasan’la vedalaşmak zordu. Yüreği Ali Hasan’da, bedeni dayıoğlunda düğüne hazırdı gayri. Geleneklere, anaya babaya, hele ki, el aleme, kim karşı durmuştu da Gülsüm duracaktı? Birara Ali Hasan’la beraber, gizli gizli buluştukları ‘aşıklar’ tepesinden atlayarak, ölmeyi bile düşünmüşlerdi, ama korkmuştu. Ya ölmeyip de sakat kalırsa...Sevdiğine varamayan komşu kızı, Gülfidan gibi!
Babasının kükremesine yürek mi dayanırdı. Anası çekerdi çileyi, kendi ölse bile.
-Bu gızı sen bozuyon, bu hale sen getirdin, o yüzden de, soyka tepemize çıkıyor, gebertecem seni zilli garı! Deyip az mı dövmüştü çilekeş, gariban anasını.
Göz nuru ile işlenen gelinlik param parça olmuştu, gerdek gecesi. Dayıoğlu nasıl da aç kurtlar gibi saldırmıştı, iki bacağının arasına. Oysa, çocukluk sırdaşı Kezban da, giyecekti gelinliği, nişanlısı askerden döndüğünde...Söz vermişti...Sırdaşına. Demişti ki, bari sen mutlu ol sevdiğinle...Pahalıydı gelinlik diktirmek! Dayıoğlunun bunu anlayacağını sanmıştı. Demişti de: Kezban’a verecem gelinliğimi, yavaş ol, ben çıkaram gelinliğimi, yapma böyle, diye ama, hiç dinlemedi ki...
-Gız yoksam başkasına mı aşıksın?
-Gız yoksam başkası gokladı mı seni?
-Yoksam gız değil misin?, diye, nasıl da acımadan suçlamıştı onu.
Korkmuştu iftiradan Gülsüm. Köy bu...El alem bu! Herife mi inanırlardı Gülsüm’e mi. Gelini kim takar ki? Ümmü’yü nasıl da rezil ettilerdi düğün ertesi. Salak kocası. Geri zekalı herif. Doktora bile götürdülerdi. -‘Gız değel’ diye. Oysam gızlığı doğurunca bozulacakmış! Bunu öğrendiler öğrenmesine amma bi kerem adı çıkmıştı ya! Sonunda canına gıydı da kurtuldu, bu aç kurtlardan...Ondan sonra da utanmadan herkes ağladı...Bütün köy! Hıh ben öldükten sona...Ağlasalar n’olur ki!
Gülsüm aklından geçen bu düşüncelerle, korkuyla, bedenini korumayı, hayal kırıklıklarını, kocasını güzellikle ikna etmeyi, nazı- niyazı, sırdaşına verdiği gelinlik sözünü, gerdek korkusunu bırakıp, vücudunu teslim etti aç kurta! Kocası, hala oğlu, gardaş-abi bildiği bu adam...Nasıl da öyle, Malazgirt Zaferi’nden çıkan savaşçı gibi, kapıda bekleyen gaynanasına, evlilikleri boyunca gocalarından, gumalarından şiddet gören, öbür köylü garılara, övüne övüne gösterivermişti, o ganlı çarşafı. Öyle ya, bu ikinci gerdek zaferiydi, Süleyman’ın!
Ve o kadınlar, kendi ruhsal sancılarına merhem basarcasına gelinin bu acısından zevk almışlardı!
-‘Biz çektik, o da çeksin, ne var ki!’
Anlayışıyla...
İşte böylece, alıştığını hatta sevdiğini sandığı dayıoğlundan da böylece nefret etmişti Gülsüm. İlk geceden...Her sevişmede midesi bulanır olmuştu. Neyse ki öpüşme, koklaşma yoktu. Oysa, Ali Hasan’ın eli, sadece eline dokunduğunda bile zevkten nasıl da içi bayılırdı.
Gülsüm’ün her adet kanamasında, adamın canı sıkılmaya başlamıştı artık.
-Bu ne şans be... Sen de mi gısırsın gız yoksa?
Oysa evleneli daha sekiz ay olmuştu. Gaynana, görümce, konu komşu...Hani boşa demişler: Gaynana kanser, görümce ülser gelin baş gomser diye...Gelin ganser işte! Gaynana da görümce de hepsi baş gomser olmuşlar, gızlık teftişine çıkmışlar...Hatta tüm köy ‘gomiser’ olmuşlar, merakla bekliyordu karnının şişmesini!
Amma lakin, dayıoğlunun boşadığı ilk karısı, üç çocuklu dul herifle evlenip, üç ayda gebe kalınca...Üstüne de üstlük, nur topu gibi bir de, oğlan doğurunca, herifin çenesi kısılıvermişti.
Herkes şaşmıştı bu işe! Hani gelin gısırdı? Yoksa... Yoksa... Süleyman’da mı bir şey vardı? Yok canım aslan gibi herif Süleyman. Boylu boslu...Belki de o garı, İstanbul’da şişirmişti garnını! Tüpten bebek mi ne, diyorlardı ya! Şimdi artık doktorluk çok ilerlemiş. Dağ gibi Süleyman’da, gısır olacak göz var mıydı? Yakışıklı... Güçlü mü güçlü, tam bir erkekti doğrusu.
Kasaba doktorları Gülsüm’e,
-Çocuğun olur, sabret, diyorlardı. Sanki çok sabırsızmış gibi...
İstanbul’a göçeceklerdi. Kocaman şehirdeki doktorlar bu işi daha iyi bilirlerdi. Hacılar, hocalar, nazar duaları, üflemeler de faydasızdı. Süleyman kızgındı kasaba doktorlarına... Sanki sözleşmişler gibi, hepsi onun da, muayene olması gerektiğini söylemişlerdi hep!
-Yok bende bir şey, diye tutturmuştu Süleyman.
Sonunda Çapa Tıp Fakültesi’nde muayeneye razı oldu. Kimselere birşey demeden. İçine bir korku giriverdi. Ya sahiden de...
Ve, gerçek acımasızdı. Kısır olan gelin değil, kendisiydi!
Gülsüm acımıştı, kocasının haline. Onu hiç böyle yıkık görmemişti evleneli beri. O kabaran savaşçı kaplan Süleyman gitmiş, kapana sıkışmış boz sıçana dönmüştü!
İlk defa kocasına bir şefkat duyuverdi! İçi ılıdı...
-Üzülme be Süleyman... Çocuk olmasa da olur, diye teselli etti kocasını.
-Ben ne derim aleme? Anama, babama... Herkes gelinleri gısır bilirken, bende çıktı..., diyordu. Goca adam ağlıyordu! Gülsüm gelin, birden güçlendiğini ve garip bir biçimde mutlu olduğunu, utanarak hissetti. Suçluluk duygularıyla, birden bire, duruma çare buluverdi.
-Meraklanma, herkese ben gısırım derim olur biter. Yeter ki sen üzme canını.
-Sahiden de den mi gız? Diye inanmaz gözlerle baktı, Süleyman! Garının bu gadar eyi olacağı aklına bile gelmezdi ki!
-Derim ya... Ne var ki?, dedi Gülsüm. Hem de fazlaca düşünmeden sonucu.
Süleyman bir sarıldı ki, Gülsüm’e...İlk defa sevgiyle, şefkatle, incinmesinden korkarcasına.
Gel zaman git zaman aradan yıllar geçti.
Herkes, bütün sülale, analar, babalar, el alem, komşular, köyün cadıları, üfürükçüleri...Hiçbiri, gerçeği bilmedi. Gülsüm kendi anasına bile kendisinin kısır olduğunu söyledi. Önce herkes geline acıdı, sonra da, boşatmaya uğraştılar. Ama damat garıya tapıyordu. Nuh diyor peygamber demiyordu. Boşamıyordu Gülsüm’ü.
-Bizi rahat bırakın,
-Ben seviyom karımı.
-Çocuğu olanın bin derdi var, olmayanın bir derdi var! Karışmayın bize.
Üstelik Sülo, kendi anasına bile karşı durmuştu da, nasıl da gururlanmıştı Gülsüm. Herkes Sülo’ya şaşıyordu. Bu ne sevdaydı böyle de gısır garıyı boşamazdı...
Gülsüm, sırrı sakladı sekiz yıl, ta ki... Büyüyünceye kadar!
Köydeki dedikodulardan bıkmışlardı, önce İstanbul’a göçtüler ardından da ver elini Avrupa. İşte artık iki senedir Londra’daydılar. Yeni insanlar, yeni çevre...Herşey çok değişikti Gülsüm için. Süleyman pek memnun değildi amma başka çaresi de kalmadıydı. Tek dertleri çocuk değildi artık. Bir de oturum derdi binmişti her bi şeyin üstüne.
-Daha çok zaman alır oturum için, demişti avukat. Sağlam değildi evrakları. Onun bunun lafıyla da yalan dolan ifadeler vermişlerdi. İş daha da zora giriverdi. Ama yine de Güllü memnundu. Burda hayat ne kadar da farklıydı köyden, hatta o goca İstanbul’dan bile. İnsanlar da tuhaftı. Yandaki Türk komşu bile gelip gitmiyordu hiç. Herkes bir yere koşturup duruyordu. Neydi bu telaş ki? Süleyman emmi oğlunun marketine dadanmıştı. Arada iş olunca da, öbür emmi oğluna gidiyordu yük taşımak için. Böyle gelip geçiyordu günler. Ta ki, Gülsüm evde yalnızlıktan bunalana kadar. Köyünü, anasını, gardaşlarını özler olmuştu ama gidemezdi ki. Pasaportları da yoktu zaten. İçeriye vermişlerdi hala bekliyorlardı. Avukat,
-Acele etmeyin. Bekleyeceksiniz diyordu. İyi de bu beklemek daha ne kadar sürecekti ki!
Süleymen da baskı yapar olmuştu. Oraya bakma, buraya gitme...İngilizce öğrenmek istiyordu ama kocası bırakmıyordu.
-Ne edecen. Okuyup da başımıza hoca mı olacan? Diyordu. İyi de madem burda yaşayacaklardı, dil öğrenseler olmamıydı? Köyde değillerdi ki artık! Hem artık Gülsüm huzursuzlanmaya başlamıştı. Yüreğine karanlıklar çökmüştü. Kuşkulanıyordu, Avrupa göreli...Adam sahiden seviyormuydu onu...Yoksa, kocasının, o dayanılmaz erkekliğinin (!) sırrını kapattığından mı sevdalıydı ona. Yoksa adam, garısına değil gendine mi, aşıktı? Gaynana, gaynata, görümce, tüm köy tantanası, dedikoduları hala ta Avrupa’ya geliyordu...Dayanamıyordu Gülsüm. Bıkmıştı, cüzzamlı hasta muamelesi görmekten. Gısır olan kocasıydı, bedel ödeyen kendisi!
Büyümüştü Gülsüm.
Artık, yalandan vazgeçmek istiyor, ama kocasına açılamıyordu. Yavaş yavaş arkadaş bile edinmeye başlamıştı. Onların, komşularının bebeklerini gördükçe de, içi acıyordu. Biliyordu ki, yüreği kıskanıyordu. Annelikten mahrum kalmayı hazmedemiyordu. Ama sözden dönmek de, ağırına gidiyordu.
Neyseki o sene pasaportları geliverdi. Tüm yalan ifadelere rağmen, oturum işleri hal yoluna girivermişti. Sağolsun, o çok bilmiş tercüman işlerini halledivermişti, cebine giren yüklü parayı görünce! Sevindiler ve hemen bilet kesip Türkiye yolunu tuttular.
O güzelim yaz, köye vardıklarında, tüm gücünü toplayıp sırrını paylaştı Zeliha’yla. Zeliha, o sırdaş dostu Zeliha şoka girmişti. Gözleri yuvalarından fırlamıştı adeta. Sanki, olay kendisinin başındaymışcasına etkilenmişti.
-Gız sen deli misin! Bırak şu dölsüzü, gendinden başka kimi düşünüyor ki, bencil herif! Vay p...v..k. Vayyyy...Deyip, Gülsüm’ün diyemediklerini, o diyordu! Gülsüm’ün ifade edemediği öfkeleri o yansıtıyordu!
-Seni sevse, doğruyu der... Seni günah geçisi yapmış. Olmaz olsun böyle koca. Daha gençsin, güzelsin. Başkasına varırsın... Çocukların olur. Hem artık Avrupada yaşıyon. Boşa gitsin bu soykayı!
-Ben anlamıştım zaten bu işte bir gariplik olduğunu. İyi düşün. Eğer sen gısır olaydın, herif seni birgün bile dutmazdı. Baksana ilk garıyı nasıl boşadı gısır diye, ama kadın doğurdu başkasından! Dölsüz herif, n’olacak!
Gülsüm’ün kafası karışıyor bir türlü cesaret edip kocasıyla konuşamıyordu. Ama artık biliyordu...Dayıoğlunu sevmiyordu. Hiçbir zaman da sevmemişti ya! Zoraki alışmıştı. Gelenekler, görenekler, el alem, diye diye bugüne gelmişti. Evet evet , Zeliha’nın dediği doğruydu galiba. Bencillikti, hayınlıktı herifinki...
O yağmurlu mübarek Cuma gecesi, tüm gücünü toplayıp konuşmaya karar verdi Gülsüm. Nerden nasıl başlayacağını bilemiyordu. Kocası eve gelince, uzatmadı ve birden pat diye konuya girdi.
-Süleyman ben bebek istiyom.
Süleyman şaşkındı.
Bu konu kapanalı yıllar olmuştu. Son günlerde, hergün kapıya dayanan o galtak Zeliha karısının kuş beynini yıkar olmuştu. Kendisi kahvedeyken evlerinden çok gelir olmuştu. Lanet olasıca. Yani...Yani ‘çocuk isterim’ derken, ne demek istiyordu gancık! Belli ki, boşanmaktan söz ediyordu.
-Ben diyom ki, iyilikle boş olsak! Sen anangile beni gısırlığımdan boşadığını söyle istersen...
Bir yandan da, tedirginlikle yazmasının oyalarını kıvırıp duruyordu, işaret parmağıyla. Süleyman’nın başı döndü bir an. Bunu Gülsüm mü söylüyordu?
Hani yıllardır mutlu olduğu hala kızı Gülsüm...Bir an öfkelendi ama hemen kendini toparladı. Sakin olmakta yarar vardı. Sonra yalvardı:
-N’oldu gız hani bebeğin önemi yoktu? Hani birbirimiz için yaşayacaktık?
-Ne var... Sen yoluna ben yoluma gitsek diyom...Sen bulursun kendine göre birini. Çocuklu bir dul kadınla evlensen...Ben de...
Süleyman birden köyünü, anasını, akrabalarını düşündü. O her karşılaştıklarında bıyık altı, pis pis sırıtarak bakan, boşadığı garının dişlek herifini düşündü. Bu yüzden köyü terketmemişmiydi? Ta Avrupalara bu yüzden gitmedimiydi? Pezevenk nasıl da alayla bakardı Süleyman’a her karşılaştıklarında o dumanlı kahvede. Yüreği çöküverdi. Gülsüm’den ayrılacak...O başkasına varacak...Başkasından çocuğu olacak... Başkası girecekti, o güzelim iki bacak arasına! Olmaz...Bir de üstüne üstlük o herif de ona pis pis sırıtacak! Yok olmaz öyle...Olamaz...Gendine, erkekliği olmayan ‘gısır Sülo’ diyeceklerdi. Dul karılara mı galdı gendisi? Başkalarının ellediği garıları hayatta almazdı. Kaçamak yapardı bir erkek olarak! Hani o çok ellenmiş karılarla, şehire her gittiğinde...Gönül eğlerdi ama, karı olarak almak başka şey.
Namus denen, töre denen birşey vardı!
Bu akılları nerden alıyordu bu gız? Olmaz...Olmaz...Böyle yaşamaktansa ölsün daha iyi. Ölmek... Evet...Ölmek en iyi yoldu. Ölümü düşünmek, daha kolay geliyordu Süleyman’a şuan. Gülsüm hala anlatıyordu. Eltisinin üçüncü bebeğinin gülüşü, bacısının bebeğinin diş bulguru...
Süleyman duymaz olmuştu denilenleri artık. Karısının dudakları açılıp kapanıyordu sadece. Zehirliyordu karı evliliklerini....Niye gendi ölsün ki...En iyisi bu zehirli garının ölmesiydi. Ölsün ki, başkasına yar olmasın! Başkasını zehirlemesin! Olmasın! Olmasın....Namussuz karı...
-Suuuuusssss... Suuuusssss be kadın, diye haykırdı Süleyman, ama sesi çıkmıyordu aslında. Haykırdığını sanıyordu sadece.
Gülsüm’e yanaştı. Gülsüm, kocası boynuna sarılacak ve onu öpecek sandı önce ama yanıldığını anlayıverdi hemen. Süleyman, kadının başındaki oyalı yazmayı çekip elinde bir halat misali kıvırdı. İdam mahkumuna hazırlanan cellat gibiydi. Gözleri yuvalarından fırlamıştı. Sıkıyor, sıkıyordu yazmayı... Tüm gücüyle! Gülsüm şaşkındı.
-Dur yapma Süleyman...Demek istedi, hatta boşanmaktan bile vazgeçecekti. Hatta ayaklarına kapanacaktı ölmemek için. Herşeye rağmen yaşamayı, soluk almayı, rüyalarında bile olsa, anne olmayı, çocuk doğurmayı çok seviyordu! Ama gıkı çık(a)madı. Herşey öylesine hızlı gelişti ki! Çaresizlikle, o anda sonunun geldiğini anladı Gülsüm. Anasını, babasını... Ağabeylerini...Londra’da, o dernekte tanıştığı, kocalarının şiddetinden kaçmak için sürekli adres değiştiren kadınları...Ona her sabah ‘good morning’ diyen, elinden bira şisesi hiç eksik olmayan, yüzlerce insanın gelip geçtiği Kings Cross istasyonu önünde–kibarca- dilenen, her ‘peni’ (kuruş) topladığında, ‘thank you’ demeyi, hiç ihmal etmeyen, saçı sakalı birbirine karışmış, genç mi, yaşlı mı olduğu kestirilemeyen o adamı, o yoksul ama çok nazik İngiliz’ i bile düşündü. Ve ardından, köy meydanından hiç ayrılmayan, geceleri, tepedeki samanlıkta uyuyan, adı ‘köyün delisi’ ne çıkan, aslında köyün en vicdanlı, en sevecen adam olan Muharrem’i de, düşündü. Ölürse ardından bir Muharrem ağlardı!
Anlık hüzünle, yas duygularıyla kendi cenaze törenine hazırlanıyordu. Acıklı bir film izler gibiydi. Son soluğunda ise çocukluk aşkı, Ali Hasan. Samanlıkta elini tuttuğu o ilk an. İlk dokunuş...İlk, saf ve duru öpüşme...Vedalaşırken titreten dokunuşlar...Gülüşler...
Öpücükler... Ve ayrılık hüzünleri! Ve birden Muharrem’in hayali göründü. Mezar çiçeklerini suluyor ve dualarını eksik etmiyor...Ne güzel...Onun ruhuyla sohbet ediyor. Ve en önemli şey ise, Ali Hasan’ı tüm dostluk duygularıyla teselli ediyor, Muharrem...
Gülümsedi Gülsüm. Acısızdı ölüm, Gülsüm’de.
Yüreğini ve yanağını okşayan Ali Hasan’a sarılıverdi.
Bedeni acımasız goca-dayıoğlunda, yüreği Ali Hasan’da, ardından okunacak dualar ise, Muharrem’de!
VE KÖYDEKİLER
-Gız duydun mu? Bizim Süleyman garıyı boğmuş!
-Aman daha neler, hayrola neye ki?
-Ne olacak gadın tutturmuş boşanak diye.
-Vay fallik gancık vay... Biriyle mi oynaşırmış yoksam?
-Valla bilmem gayri ama belli ki bir goca yetmemiş! İnternette adam ararmış diyorlar...
-Kısırdı da gelin... Kimbilir neler becerdi ki herif gebertti onu. Namus bu. Başka şeye benzemez! Vah vah, gadersiz oğlanın başını yaktı. Allah affetsin! Ne şansı dar adammış ya...
-İki sene yatar çıkar ne olacak! Başka gız mı yok ona varacak? Daha genç adam... Bir de oğlan doğurtur ki... Deme gitsin!
-Bir çocuk veremedi şu garılar oğlana... Ne talihsiz yazgıymış!
-Vah vah... Yazık olmuş oğlana!
Kocası tarafından öldürülen bir KADIN hastamın anısına. 2006-Londra
10 Ocak 2010 edit
Dayıoğluna varmaktan başka çıkış yolu yoktu, Gülsüm’ün!
On dördüne basınca, abisi karşısına dikilip,
-Bana bak, eğer seni bir oğlanla göreyim, bacaklarını gırarım, demişti kızın serpilen boyuna bosuna, gözle görülen tomurcuk memelerine pis pis, bakarak. Nasıl da ödü kopmuştu Gülsüm’ün, Ali Hasan’la, tepedeki çalılıklar arasındaki o unutulmuş ahırda, buluştukları anlaşılacak diye!
-Artık goca gız oldun, aybaşın da başladı. Çarşı-pazarda herifler dikizliyor o irileşen, domur domur memelerini, demişti anası, on beşine basınca.
-Ben ölmeden gününü göreyim. Bildik yerden zarar gelmez. Gardaşımın oğlu ne de olsa. Öteğende şansı olmadı garibimin ama... Amma bu sefer gülecek yüzü, inşallah! Ah gardaşımın yüzü gülmedi gitti. Valla güldürecem gardaşımın yüzünü! Valla da billa da...Ah..Ahh..
Dayıoğlu Süleyman, ilk karıyı boşamıştı. Eeee... N’apsın ki... Çocuksuz ev olur mu hiç!
-Çocuksuz ev meyvesiz ağaç, derdi, rahmetli dedesi...
-Çürük elma...
-İşleyen demir ışıldar, derdi ebesi de...Ne de olsa, koca ebesi daha bilirdi bu işleri. Dededen akıllıydı elbet.
Dayıoğlu Sülo garıyı boşamayıp da ne idecekti ki!
Gelin gısırdı işte!
Severek almıştı, oysa.
İşin içine gısırlık girince, aşk meşk vız geldi ya! Tüm köye, aleme rezil olmak vardı...Kolay değildi, bir ‘er’ için. Güçlü guvvetli...Sırım gibi bir ere yaraşmazdı, gısır bir garıyla yaşamak.
Olacak şey değildi.
Olmadı da.
Gülsüm’ü alacaktı, dayıoğlu. Gülsüm de, belli ki, yanıktı dayıoğluna...Çocukluğundan belli...Belki güsmüştü önce niye onu almadı garı diye amma işte gısır soykanın cilvesine mağlup olmamak eldemiydi ki...Heral şimdicek yalandan bir naz ediveriyordu ama! Yenge bu işin ustasıydı...Hal yoluna goyuverdi işte...Heyecanlıydı...Gene bir gızlık bozacaktı! O gan rengini görmek sarhoş ediyordu Sülo’yu.
Davullar zurnalar çalacaktı... Gene köy hep Sülo’yu konuşacaktı.
Gariban Gülsüm, ne ettiyse, ne yaptıysa, anasını kandıramadı.
İşte böylece; gendinin uğursuz ve hayırsız, anasının ve tüm sülalenin, Sülo’nun hayırlı günü gelivermişti. Üç günlük gına gecesi bitmiş, düğün başlamıştı. Davul zurna gırla gidiyordu. Yemekler yeniyor, börekler açılıyor, tatlılar bol bol dağıtılıyordu.
Herkes, köy meydanında eğleniyordu. Beşikteki bebelerden, doksanlık, elleri gınalı nenelere kadar. Herkes ama herkes meydandaydı! Hep bahane aranırdı ya çiftetelli için...İşte ortalıkta dönüp duruyordu garılar, herifler...
Dedesi silahlar patlatıyordu keyfinden...Hatta ebesi bile!
Köyde üç mutsuz vardı:
Gülsüm,
Ali Hasan
Ve Muharrem! Hani o Gülsüm’le Ali Hasan’dan başka kimselerin insan yerine koymadığı mezarlık temizlikçisi Muharrem.
Mezarlığa ziyarete gelenlerin on kuruşluk bahşişleriyle geçinen, mezarlığın, eskimiş taş duvarına uzanıp hayallere dalan, garip-anlaşılmaz konuşmalarla, ölülerin ruhlarıyla sohbet ederek, mezarlık çiçeklerini sulayan, Gülsüm’le Ali Hasan’ın sevdalarına tanık, onlara sanki, ‘ne güzel sevdalı olmak’ , ‘aman sakın ola vazgeçmeyin’ dercesine gülümseyen, topal Muharrem, bu! Yıllar önce sevdiği kızı alamadığından, kulaktan kulağa, delirdiği fısıldanan topal Muharrem.
Ve o kızı, ağa babası, zorla bir zengine vermiş...Ama kız ikiz bebelerini doğuramadan, kan zehirlenmesinden ölüp gitmiş. Ne o zengin ağa uşağına ne de bu yoksula yar olamadan...Hatta gızın ölümü istediği bile söylenir...Öldüğünde dudaklarında gülümseme bile varmış!
Gülsüm, dayıoğlunu istemediyse de, ağlayıp sızladıysa da, kendini öldürmekle çevresindekileri korkutmaya çalıştıysa da olmadı. Ganmadılar. Heçkimsenin umuru bile değeldi ölümü.
Söyleyemedi, gönlünün başkasında olduğunu.
Öldürürlerdi onu da sevdalısını da. Hem de hiç ama hiç acımadan! Evlenecekti dayıoğluyla. Kendi ölümünden çok anasına acırdı. Mecburdu. Anası demişti ya:
-Baban beni de, seni de gebertir!
Alışıktı dayıoğluna. Abi-bacı büyümüşlerdi, aynı avluda...Şimdi, nasıl goca olarak goynuna alacaktı. Şaşkındı ama mecburdu! Kendinden de onbeş yaş da böyüktü ama... N’apsın? Törelere karşı çıkmak Gülsüm’e mi, kalmıştı! Hem erin böyüğü eyiymiş dediler...
Ali Hasan’la vedalaşmak zordu. Yüreği Ali Hasan’da, bedeni dayıoğlunda düğüne hazırdı gayri. Geleneklere, anaya babaya, hele ki, el aleme, kim karşı durmuştu da Gülsüm duracaktı? Birara Ali Hasan’la beraber, gizli gizli buluştukları ‘aşıklar’ tepesinden atlayarak, ölmeyi bile düşünmüşlerdi, ama korkmuştu. Ya ölmeyip de sakat kalırsa...Sevdiğine varamayan komşu kızı, Gülfidan gibi!
Babasının kükremesine yürek mi dayanırdı. Anası çekerdi çileyi, kendi ölse bile.
-Bu gızı sen bozuyon, bu hale sen getirdin, o yüzden de, soyka tepemize çıkıyor, gebertecem seni zilli garı! Deyip az mı dövmüştü çilekeş, gariban anasını.
Göz nuru ile işlenen gelinlik param parça olmuştu, gerdek gecesi. Dayıoğlu nasıl da aç kurtlar gibi saldırmıştı, iki bacağının arasına. Oysa, çocukluk sırdaşı Kezban da, giyecekti gelinliği, nişanlısı askerden döndüğünde...Söz vermişti...Sırdaşına. Demişti ki, bari sen mutlu ol sevdiğinle...Pahalıydı gelinlik diktirmek! Dayıoğlunun bunu anlayacağını sanmıştı. Demişti de: Kezban’a verecem gelinliğimi, yavaş ol, ben çıkaram gelinliğimi, yapma böyle, diye ama, hiç dinlemedi ki...
-Gız yoksam başkasına mı aşıksın?
-Gız yoksam başkası gokladı mı seni?
-Yoksam gız değil misin?, diye, nasıl da acımadan suçlamıştı onu.
Korkmuştu iftiradan Gülsüm. Köy bu...El alem bu! Herife mi inanırlardı Gülsüm’e mi. Gelini kim takar ki? Ümmü’yü nasıl da rezil ettilerdi düğün ertesi. Salak kocası. Geri zekalı herif. Doktora bile götürdülerdi. -‘Gız değel’ diye. Oysam gızlığı doğurunca bozulacakmış! Bunu öğrendiler öğrenmesine amma bi kerem adı çıkmıştı ya! Sonunda canına gıydı da kurtuldu, bu aç kurtlardan...Ondan sonra da utanmadan herkes ağladı...Bütün köy! Hıh ben öldükten sona...Ağlasalar n’olur ki!
Gülsüm aklından geçen bu düşüncelerle, korkuyla, bedenini korumayı, hayal kırıklıklarını, kocasını güzellikle ikna etmeyi, nazı- niyazı, sırdaşına verdiği gelinlik sözünü, gerdek korkusunu bırakıp, vücudunu teslim etti aç kurta! Kocası, hala oğlu, gardaş-abi bildiği bu adam...Nasıl da öyle, Malazgirt Zaferi’nden çıkan savaşçı gibi, kapıda bekleyen gaynanasına, evlilikleri boyunca gocalarından, gumalarından şiddet gören, öbür köylü garılara, övüne övüne gösterivermişti, o ganlı çarşafı. Öyle ya, bu ikinci gerdek zaferiydi, Süleyman’ın!
Ve o kadınlar, kendi ruhsal sancılarına merhem basarcasına gelinin bu acısından zevk almışlardı!
-‘Biz çektik, o da çeksin, ne var ki!’
Anlayışıyla...
İşte böylece, alıştığını hatta sevdiğini sandığı dayıoğlundan da böylece nefret etmişti Gülsüm. İlk geceden...Her sevişmede midesi bulanır olmuştu. Neyse ki öpüşme, koklaşma yoktu. Oysa, Ali Hasan’ın eli, sadece eline dokunduğunda bile zevkten nasıl da içi bayılırdı.
Gülsüm’ün her adet kanamasında, adamın canı sıkılmaya başlamıştı artık.
-Bu ne şans be... Sen de mi gısırsın gız yoksa?
Oysa evleneli daha sekiz ay olmuştu. Gaynana, görümce, konu komşu...Hani boşa demişler: Gaynana kanser, görümce ülser gelin baş gomser diye...Gelin ganser işte! Gaynana da görümce de hepsi baş gomser olmuşlar, gızlık teftişine çıkmışlar...Hatta tüm köy ‘gomiser’ olmuşlar, merakla bekliyordu karnının şişmesini!
Amma lakin, dayıoğlunun boşadığı ilk karısı, üç çocuklu dul herifle evlenip, üç ayda gebe kalınca...Üstüne de üstlük, nur topu gibi bir de, oğlan doğurunca, herifin çenesi kısılıvermişti.
Herkes şaşmıştı bu işe! Hani gelin gısırdı? Yoksa... Yoksa... Süleyman’da mı bir şey vardı? Yok canım aslan gibi herif Süleyman. Boylu boslu...Belki de o garı, İstanbul’da şişirmişti garnını! Tüpten bebek mi ne, diyorlardı ya! Şimdi artık doktorluk çok ilerlemiş. Dağ gibi Süleyman’da, gısır olacak göz var mıydı? Yakışıklı... Güçlü mü güçlü, tam bir erkekti doğrusu.
Kasaba doktorları Gülsüm’e,
-Çocuğun olur, sabret, diyorlardı. Sanki çok sabırsızmış gibi...
İstanbul’a göçeceklerdi. Kocaman şehirdeki doktorlar bu işi daha iyi bilirlerdi. Hacılar, hocalar, nazar duaları, üflemeler de faydasızdı. Süleyman kızgındı kasaba doktorlarına... Sanki sözleşmişler gibi, hepsi onun da, muayene olması gerektiğini söylemişlerdi hep!
-Yok bende bir şey, diye tutturmuştu Süleyman.
Sonunda Çapa Tıp Fakültesi’nde muayeneye razı oldu. Kimselere birşey demeden. İçine bir korku giriverdi. Ya sahiden de...
Ve, gerçek acımasızdı. Kısır olan gelin değil, kendisiydi!
Gülsüm acımıştı, kocasının haline. Onu hiç böyle yıkık görmemişti evleneli beri. O kabaran savaşçı kaplan Süleyman gitmiş, kapana sıkışmış boz sıçana dönmüştü!
İlk defa kocasına bir şefkat duyuverdi! İçi ılıdı...
-Üzülme be Süleyman... Çocuk olmasa da olur, diye teselli etti kocasını.
-Ben ne derim aleme? Anama, babama... Herkes gelinleri gısır bilirken, bende çıktı..., diyordu. Goca adam ağlıyordu! Gülsüm gelin, birden güçlendiğini ve garip bir biçimde mutlu olduğunu, utanarak hissetti. Suçluluk duygularıyla, birden bire, duruma çare buluverdi.
-Meraklanma, herkese ben gısırım derim olur biter. Yeter ki sen üzme canını.
-Sahiden de den mi gız? Diye inanmaz gözlerle baktı, Süleyman! Garının bu gadar eyi olacağı aklına bile gelmezdi ki!
-Derim ya... Ne var ki?, dedi Gülsüm. Hem de fazlaca düşünmeden sonucu.
Süleyman bir sarıldı ki, Gülsüm’e...İlk defa sevgiyle, şefkatle, incinmesinden korkarcasına.
Gel zaman git zaman aradan yıllar geçti.
Herkes, bütün sülale, analar, babalar, el alem, komşular, köyün cadıları, üfürükçüleri...Hiçbiri, gerçeği bilmedi. Gülsüm kendi anasına bile kendisinin kısır olduğunu söyledi. Önce herkes geline acıdı, sonra da, boşatmaya uğraştılar. Ama damat garıya tapıyordu. Nuh diyor peygamber demiyordu. Boşamıyordu Gülsüm’ü.
-Bizi rahat bırakın,
-Ben seviyom karımı.
-Çocuğu olanın bin derdi var, olmayanın bir derdi var! Karışmayın bize.
Üstelik Sülo, kendi anasına bile karşı durmuştu da, nasıl da gururlanmıştı Gülsüm. Herkes Sülo’ya şaşıyordu. Bu ne sevdaydı böyle de gısır garıyı boşamazdı...
Gülsüm, sırrı sakladı sekiz yıl, ta ki... Büyüyünceye kadar!
Köydeki dedikodulardan bıkmışlardı, önce İstanbul’a göçtüler ardından da ver elini Avrupa. İşte artık iki senedir Londra’daydılar. Yeni insanlar, yeni çevre...Herşey çok değişikti Gülsüm için. Süleyman pek memnun değildi amma başka çaresi de kalmadıydı. Tek dertleri çocuk değildi artık. Bir de oturum derdi binmişti her bi şeyin üstüne.
-Daha çok zaman alır oturum için, demişti avukat. Sağlam değildi evrakları. Onun bunun lafıyla da yalan dolan ifadeler vermişlerdi. İş daha da zora giriverdi. Ama yine de Güllü memnundu. Burda hayat ne kadar da farklıydı köyden, hatta o goca İstanbul’dan bile. İnsanlar da tuhaftı. Yandaki Türk komşu bile gelip gitmiyordu hiç. Herkes bir yere koşturup duruyordu. Neydi bu telaş ki? Süleyman emmi oğlunun marketine dadanmıştı. Arada iş olunca da, öbür emmi oğluna gidiyordu yük taşımak için. Böyle gelip geçiyordu günler. Ta ki, Gülsüm evde yalnızlıktan bunalana kadar. Köyünü, anasını, gardaşlarını özler olmuştu ama gidemezdi ki. Pasaportları da yoktu zaten. İçeriye vermişlerdi hala bekliyorlardı. Avukat,
-Acele etmeyin. Bekleyeceksiniz diyordu. İyi de bu beklemek daha ne kadar sürecekti ki!
Süleymen da baskı yapar olmuştu. Oraya bakma, buraya gitme...İngilizce öğrenmek istiyordu ama kocası bırakmıyordu.
-Ne edecen. Okuyup da başımıza hoca mı olacan? Diyordu. İyi de madem burda yaşayacaklardı, dil öğrenseler olmamıydı? Köyde değillerdi ki artık! Hem artık Gülsüm huzursuzlanmaya başlamıştı. Yüreğine karanlıklar çökmüştü. Kuşkulanıyordu, Avrupa göreli...Adam sahiden seviyormuydu onu...Yoksa, kocasının, o dayanılmaz erkekliğinin (!) sırrını kapattığından mı sevdalıydı ona. Yoksa adam, garısına değil gendine mi, aşıktı? Gaynana, gaynata, görümce, tüm köy tantanası, dedikoduları hala ta Avrupa’ya geliyordu...Dayanamıyordu Gülsüm. Bıkmıştı, cüzzamlı hasta muamelesi görmekten. Gısır olan kocasıydı, bedel ödeyen kendisi!
Büyümüştü Gülsüm.
Artık, yalandan vazgeçmek istiyor, ama kocasına açılamıyordu. Yavaş yavaş arkadaş bile edinmeye başlamıştı. Onların, komşularının bebeklerini gördükçe de, içi acıyordu. Biliyordu ki, yüreği kıskanıyordu. Annelikten mahrum kalmayı hazmedemiyordu. Ama sözden dönmek de, ağırına gidiyordu.
Neyseki o sene pasaportları geliverdi. Tüm yalan ifadelere rağmen, oturum işleri hal yoluna girivermişti. Sağolsun, o çok bilmiş tercüman işlerini halledivermişti, cebine giren yüklü parayı görünce! Sevindiler ve hemen bilet kesip Türkiye yolunu tuttular.
O güzelim yaz, köye vardıklarında, tüm gücünü toplayıp sırrını paylaştı Zeliha’yla. Zeliha, o sırdaş dostu Zeliha şoka girmişti. Gözleri yuvalarından fırlamıştı adeta. Sanki, olay kendisinin başındaymışcasına etkilenmişti.
-Gız sen deli misin! Bırak şu dölsüzü, gendinden başka kimi düşünüyor ki, bencil herif! Vay p...v..k. Vayyyy...Deyip, Gülsüm’ün diyemediklerini, o diyordu! Gülsüm’ün ifade edemediği öfkeleri o yansıtıyordu!
-Seni sevse, doğruyu der... Seni günah geçisi yapmış. Olmaz olsun böyle koca. Daha gençsin, güzelsin. Başkasına varırsın... Çocukların olur. Hem artık Avrupada yaşıyon. Boşa gitsin bu soykayı!
-Ben anlamıştım zaten bu işte bir gariplik olduğunu. İyi düşün. Eğer sen gısır olaydın, herif seni birgün bile dutmazdı. Baksana ilk garıyı nasıl boşadı gısır diye, ama kadın doğurdu başkasından! Dölsüz herif, n’olacak!
Gülsüm’ün kafası karışıyor bir türlü cesaret edip kocasıyla konuşamıyordu. Ama artık biliyordu...Dayıoğlunu sevmiyordu. Hiçbir zaman da sevmemişti ya! Zoraki alışmıştı. Gelenekler, görenekler, el alem, diye diye bugüne gelmişti. Evet evet , Zeliha’nın dediği doğruydu galiba. Bencillikti, hayınlıktı herifinki...
O yağmurlu mübarek Cuma gecesi, tüm gücünü toplayıp konuşmaya karar verdi Gülsüm. Nerden nasıl başlayacağını bilemiyordu. Kocası eve gelince, uzatmadı ve birden pat diye konuya girdi.
-Süleyman ben bebek istiyom.
Süleyman şaşkındı.
Bu konu kapanalı yıllar olmuştu. Son günlerde, hergün kapıya dayanan o galtak Zeliha karısının kuş beynini yıkar olmuştu. Kendisi kahvedeyken evlerinden çok gelir olmuştu. Lanet olasıca. Yani...Yani ‘çocuk isterim’ derken, ne demek istiyordu gancık! Belli ki, boşanmaktan söz ediyordu.
-Ben diyom ki, iyilikle boş olsak! Sen anangile beni gısırlığımdan boşadığını söyle istersen...
Bir yandan da, tedirginlikle yazmasının oyalarını kıvırıp duruyordu, işaret parmağıyla. Süleyman’nın başı döndü bir an. Bunu Gülsüm mü söylüyordu?
Hani yıllardır mutlu olduğu hala kızı Gülsüm...Bir an öfkelendi ama hemen kendini toparladı. Sakin olmakta yarar vardı. Sonra yalvardı:
-N’oldu gız hani bebeğin önemi yoktu? Hani birbirimiz için yaşayacaktık?
-Ne var... Sen yoluna ben yoluma gitsek diyom...Sen bulursun kendine göre birini. Çocuklu bir dul kadınla evlensen...Ben de...
Süleyman birden köyünü, anasını, akrabalarını düşündü. O her karşılaştıklarında bıyık altı, pis pis sırıtarak bakan, boşadığı garının dişlek herifini düşündü. Bu yüzden köyü terketmemişmiydi? Ta Avrupalara bu yüzden gitmedimiydi? Pezevenk nasıl da alayla bakardı Süleyman’a her karşılaştıklarında o dumanlı kahvede. Yüreği çöküverdi. Gülsüm’den ayrılacak...O başkasına varacak...Başkasından çocuğu olacak... Başkası girecekti, o güzelim iki bacak arasına! Olmaz...Bir de üstüne üstlük o herif de ona pis pis sırıtacak! Yok olmaz öyle...Olamaz...Gendine, erkekliği olmayan ‘gısır Sülo’ diyeceklerdi. Dul karılara mı galdı gendisi? Başkalarının ellediği garıları hayatta almazdı. Kaçamak yapardı bir erkek olarak! Hani o çok ellenmiş karılarla, şehire her gittiğinde...Gönül eğlerdi ama, karı olarak almak başka şey.
Namus denen, töre denen birşey vardı!
Bu akılları nerden alıyordu bu gız? Olmaz...Olmaz...Böyle yaşamaktansa ölsün daha iyi. Ölmek... Evet...Ölmek en iyi yoldu. Ölümü düşünmek, daha kolay geliyordu Süleyman’a şuan. Gülsüm hala anlatıyordu. Eltisinin üçüncü bebeğinin gülüşü, bacısının bebeğinin diş bulguru...
Süleyman duymaz olmuştu denilenleri artık. Karısının dudakları açılıp kapanıyordu sadece. Zehirliyordu karı evliliklerini....Niye gendi ölsün ki...En iyisi bu zehirli garının ölmesiydi. Ölsün ki, başkasına yar olmasın! Başkasını zehirlemesin! Olmasın! Olmasın....Namussuz karı...
-Suuuuusssss... Suuuusssss be kadın, diye haykırdı Süleyman, ama sesi çıkmıyordu aslında. Haykırdığını sanıyordu sadece.
Gülsüm’e yanaştı. Gülsüm, kocası boynuna sarılacak ve onu öpecek sandı önce ama yanıldığını anlayıverdi hemen. Süleyman, kadının başındaki oyalı yazmayı çekip elinde bir halat misali kıvırdı. İdam mahkumuna hazırlanan cellat gibiydi. Gözleri yuvalarından fırlamıştı. Sıkıyor, sıkıyordu yazmayı... Tüm gücüyle! Gülsüm şaşkındı.
-Dur yapma Süleyman...Demek istedi, hatta boşanmaktan bile vazgeçecekti. Hatta ayaklarına kapanacaktı ölmemek için. Herşeye rağmen yaşamayı, soluk almayı, rüyalarında bile olsa, anne olmayı, çocuk doğurmayı çok seviyordu! Ama gıkı çık(a)madı. Herşey öylesine hızlı gelişti ki! Çaresizlikle, o anda sonunun geldiğini anladı Gülsüm. Anasını, babasını... Ağabeylerini...Londra’da, o dernekte tanıştığı, kocalarının şiddetinden kaçmak için sürekli adres değiştiren kadınları...Ona her sabah ‘good morning’ diyen, elinden bira şisesi hiç eksik olmayan, yüzlerce insanın gelip geçtiği Kings Cross istasyonu önünde–kibarca- dilenen, her ‘peni’ (kuruş) topladığında, ‘thank you’ demeyi, hiç ihmal etmeyen, saçı sakalı birbirine karışmış, genç mi, yaşlı mı olduğu kestirilemeyen o adamı, o yoksul ama çok nazik İngiliz’ i bile düşündü. Ve ardından, köy meydanından hiç ayrılmayan, geceleri, tepedeki samanlıkta uyuyan, adı ‘köyün delisi’ ne çıkan, aslında köyün en vicdanlı, en sevecen adam olan Muharrem’i de, düşündü. Ölürse ardından bir Muharrem ağlardı!
Anlık hüzünle, yas duygularıyla kendi cenaze törenine hazırlanıyordu. Acıklı bir film izler gibiydi. Son soluğunda ise çocukluk aşkı, Ali Hasan. Samanlıkta elini tuttuğu o ilk an. İlk dokunuş...İlk, saf ve duru öpüşme...Vedalaşırken titreten dokunuşlar...Gülüşler...
Öpücükler... Ve ayrılık hüzünleri! Ve birden Muharrem’in hayali göründü. Mezar çiçeklerini suluyor ve dualarını eksik etmiyor...Ne güzel...Onun ruhuyla sohbet ediyor. Ve en önemli şey ise, Ali Hasan’ı tüm dostluk duygularıyla teselli ediyor, Muharrem...
Gülümsedi Gülsüm. Acısızdı ölüm, Gülsüm’de.
Yüreğini ve yanağını okşayan Ali Hasan’a sarılıverdi.
Bedeni acımasız goca-dayıoğlunda, yüreği Ali Hasan’da, ardından okunacak dualar ise, Muharrem’de!
VE KÖYDEKİLER
-Gız duydun mu? Bizim Süleyman garıyı boğmuş!
-Aman daha neler, hayrola neye ki?
-Ne olacak gadın tutturmuş boşanak diye.
-Vay fallik gancık vay... Biriyle mi oynaşırmış yoksam?
-Valla bilmem gayri ama belli ki bir goca yetmemiş! İnternette adam ararmış diyorlar...
-Kısırdı da gelin... Kimbilir neler becerdi ki herif gebertti onu. Namus bu. Başka şeye benzemez! Vah vah, gadersiz oğlanın başını yaktı. Allah affetsin! Ne şansı dar adammış ya...
-İki sene yatar çıkar ne olacak! Başka gız mı yok ona varacak? Daha genç adam... Bir de oğlan doğurtur ki... Deme gitsin!
-Bir çocuk veremedi şu garılar oğlana... Ne talihsiz yazgıymış!
-Vah vah... Yazık olmuş oğlana!
Kocası tarafından öldürülen bir KADIN hastamın anısına. 2006-Londra
10 Ocak 2010 edit
AH ŞU LONDRA… DEĞİŞMEYE ve İLİŞKİDE ORTAKLIĞA DAİR...
Şehir
uzakta.
Genç adam
ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
piposunu çıkarıyor cebinden
aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
düşünüyor Heraklit'i,
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam...
Kim bilir belki böyle bir akşam,
böyle bir akşam,
Heraklit alnını
yeşil gözlü zeytinliklerde akan
suya eğdi
ve dedi:
«— Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada...»
Benerci Kendini Niçin Öldürdü.
Bir genç adama...Hakim Heraklite...Yıldızlara ve Aşka Dair
Nazım Hikmet
AH ŞU LONDRA… DEĞİŞMEYE ve İLİŞKİDE ORTAKLIĞA DAİR...
-Dilek Hanım, çok ama çok değiştik.
-Bu memleket bizi yiyip tüketiyor!
-Burada herkes bir hoş olmuş! Paradan başka şey düşünülmüyor!
-Çocuklarımla konuşamıyorum. Beni takmıyorlar.
-Karım desen, o bambaşka bir dünyada! Bir garip. Beni er’den saymıyor!
-Döşüme bir ağrı giriyor ki...Omuzlarım, belim büküldü. Sanki felç oldum!
-Akrabalar... Ah bir bilseniz...Onlar akraba değil, birer AKBABA olmuşlar. Açlıklarını doyurmak için, leş bekleyen akbabalar!
Diyordu, ERKEK (ler).
Dizelerde izlediğiniz bu sözleri, birçok erkek hastalardan duydum.
Duymaya da devam ediyorum!
Kadın…Erkek, çocuk, yaşlı... Birey değişir.
İnsanın sevinci, yaratıcılığı ve üretkenliği için, değişim kaçınılmaz süreçtir.
Hayatta değişmeyen en önemli ve belki de tek inandırıcı gerçek, ‘değişmek’ tir. Bu anlamda burada şaşacak bir durum yok! Şimdi, sorulması gereken soru şudur:
-Bu değişimler, bireye, çocuklara, eş ve aileye, topluma, nasıl geri dönüyor?
-Değişim nasıl toplumsallaşıyor ve bireyselleşiyor?
KADIN da ERKEK de, Londra’da değişir.
İyi ama Türkiye’de… Köylerinde ya da geldikleri kentlerde değişmezler mi? Değişirler tabii ama, orada yaşam farklı boyutta kendini ifade eder. Kent yaşamı –doğadan uzaklaşmak- bireyi, aileyi, toplumu zorlar. Üstelik de, bu kent, Londra ise? Daha da zorlar!
Londra, ilginç bir kent. Zorluklarıyla beraber, köyde olamayacak kolaylıkları da vardır.
Bireyde, ailede, aşirette, grupda, politikada, dinde, köyde, geldiği yerde var olan, o güne dek açıklanmamış duyguları tetikleyerek, tüm gerçekliği ile sergiler. Ve gömük üretkenliği tetikleyip, yeniliklerle, yeniden yapılandırarak, zenginleştirecektirerek, cömertliğini gösterir. Tüm rekabet, tüm güç kanıtlama duygularına rağmen!
Tanıştığım birçok kadın, üç-beş-sekiz çocuk doğurmuş; onbeş yaşında, gönlüne düşen -elieline bile dokunmadan uzaktan gülüştükleri- o yakışıklı, komşuoğlu ile
Evlen(e)memiş, okumak isteklerine rağmen, babaları, ağabeyleri, ya da, kar-kış nedeniyle kapanan köy yolları tarafından engellenmişlerdir. Bu zorluklara rağmen, benimle görüşmeye gel(ebil)en bu kadınlardaki değişim inancına, becerisine şaştım. El alemden, kocalardan, ağabeylerden, aşiretlerden, adet ve geleneklerden gelen baskılara karşı koyabilmelerine, tüm cesaretleriyle çıkış yolu bulabilmerine, iç dünyalarındaki derinliklerine, hayran oldum.
Kadın(lar) güçlendikçe, inancım güçlendi. Onlardaki içsel değişim, dış koşullarına da yansır. Bu duygusal yolculuklarda, bazı yolcular -erkek ya da kadın- bazı duraklarda inerler…Bazı duraklarda dinlenirler…Birbirlerini-aslında kendilerini- bağışlarlar…Bazı duraklarda başkalarıyla yollarına devam ederler. Bazı duraklarda ise, geriye dönüp bakarak;
-Keşkelerle… Pişmanlıklarla… Ah…Vahlarla...Ya da,
-İyi’kiler… Çok şükürler’le var olurlar.
‘Duygusal geri dönüşüm’ çalışmalarda; depresif ruh hali ağır basarsa, keşkeler –tüh- ah- vah-larla, yer değiştirir. Ve ‘iyi’ kileri askıya alırlar!
Burada, benimle izlediğiniz kadın(lar), sıradan kadın(lar) değil! Beş yaşında tarlada çalışmaya başlamış, sırtına odun yığarak, köyün bir ucundan öbür ucuna yol almış, annesi sekiz yaşında baba dayaklarıyla ölüverince, üvey ana eline kalmasınlar diye, kendisinden küçük üç kardeşine analık yapmış, karda-kışta sular donunca, kömür sobası üstünde kar suyu eritip kardeşlerinin, topraklı boklu bezlerini, o nasır tutan çocuk elleriyle yıkamış ve büyümeden, çocuklu(klarını)ğunu yaşamadan, onüçünde evlenip, ondördünde anne olmuş kadınlar...Yıllarca çocuklarının hatırına sevmedikleri-hatta nefret ettikleri- koca ile yaşamış, aile içi şiddeti, çocuklar hatırına (!) sağ kalabilmek, kocadan daha çok nefret etmemek için, durumu normalleştirmiş kadınlar...Henüz kırklı yaşlarına ulaşmadan, birçok torun sahibi olunca da, depresyona girivermişler…O yaşayamadıkları, çocukluk/gençlik/kadınlıkları üzerinde, bilinçaltı ve bilinçli dürtülerin zorlamasıyla, yardım isteyinceye dek...
Ya erkekler?
Onlar da, ‘aman ne güzel erkek oğlum’ ‘aman bakın, pipisi de ne güzelmiş!’ diyerek yetiştirilmiş, ama özde aşağılanmış, söz hakkı olmamış, genç yaşta töre gereği, kendisinden yirmibeş yaş büyük, kan davası nedeniyle öldürülen ağabeyinin karısıyla, -çocukluğundan beri yenge diye seslendiği kadınla- evlendirilen…Zorla, ‘töre’ ‘namus’ inancı altında, karısı olarak dayatılan, bebeğini; ana- baba yanında –yine töre adına- kucağına bile al(a)madan, büyütmek zorunda, bir baba olmuşlar...Veya üç yaşındayken, yüzünü hayal meyal anımsayan annesinin, ölü bedenini, dut ağacında asılı bulan, benimle görüşünceye dek, hep, ‘neden böyle oldu, suçum neydi’ diyerek, öfke ve korkuyla yaşayan erkekler, dayanaksız deneyimlerinin anılarıyla, çareyi depresyonda bulmuşlar. İşte erkek (ler) de, böyle korunmuşlar! Onların da sonunda geç olmadan, yardım istemekle ilgili kararlılıklarına, hayran olmamak elde mi?
Yardım alarak değişmek için, ille de aynı dili konuşmak gerekmediğine olan inançlarına da hayranım.
Psikoterapi konuşarak-sözlerle uygulanan bir tedavi yöntemi, ama öyle kadınlarla çalışıyorum ki, sözcükler yok bazan! Sadece gözyaşlarıyla çalışıyor(uz). Ağıtlarıyla. Sessizlikleriyle...Uzun yıllar bastırdıkları, gözyaşlarıyla akıp giderken, çığlıktan bile, daha güçlü sessizlikleriyle var olabiliyorlar!
Kadın seansa geliyor, zorlanan Türkçe ya da, İngilizce ile derdini anlatıyor. Yaşamı o kadar çok kayıplarla dolu ki! Derinleşen duyguların doğrultusunda, doğallıkla birden bire ana diline dönüyor. Türkçeyi unutup Kürtçe konuşuyor. İngilizceyi bırakıp, Portekizce (Portekizli hasta), İspanyolca (İspanyol hasta) konuşuyorlar...
Dinliyorum.
Cümlelerden hiçbir şey anlamıyorum, ama aslında ne dediğini biliyorum. Çünkü sezgilerime, farklı duyargalarıma izin veriyorum onu anlamak için! Dogmatikçe, sadece sözcüklere takılmıyorum. O da benim bilinçaltımı okuyor, seziyor…Kendisini otantik biçimde dinlediğimi anlıyor. Bilinçaltı iletişimle, bilinçli iletişim birlikte çalışıyor.
İtiraf etmeliyim; zaman zaman, ben, bu kadınlarla, itiraf ve ifade edilememiş, öğrenilememiş, ailemin diğer bireyleri tarafından bile onaylan(a)mamış Zazalığımı, onlar da da benimle, kendi(lerine)sine dayatılan, zorla öğretilen Türklük (Kürt hasta), İngilizlik (İrlandalı, İskoçyalı, Keltik), Fransızlık (Faslı hasta)yaşarken, öz(lerine)üne dönüyor(lar)...İkimiz de, birbirimize inanıyor, güveniyor, birbirimizi anlıyoruz, aynı dili konuşmasak da!
Şuan aşağıda izleyeceğiniz öykümdeki erkek ise, önce kendisini değil; kadının değişimini gözler, denetler! Bu nedenle de, mutsuzlaşır...Ama gelin görün, yaşantısının devamını...Erkek herşeye rağmen, mutsuzluğa tutuklu kalmamanın yollarını merakla arar ve sorgular.
Toplumsal kültür; Londra’da ya da ülkemde-hiç farketmez-; erkeği, büyük bir iş adamı, siyasetçi, başarılı bir doktor, mimar, mühendis olarak görmeye çok alışkındır. Kadın; nekadar eğitimli, kültürlü olursa olsun, kocasına destek olan, çocuklarının koşulsuz heran yanında olan, onlara gece yarısı bile kalkıp yemek pişiren, onların dertlerini dinleyen, evi ve sosyal ilişkileri çekip çeviren, değişmeden-aynı köydeki ya da geldiği şehirdeki gibi-, evde kocasına, sülaleye –Türkiye’dekiler de dahil- sadık, kocasından daha başarılı olmaması gereken kişidir. Kadın nekadar başarılı olursa olsun, mutlaka eşinden bir adım geride olmalıdır...Ya da olur görünür!
Gerçek bu mudur?
Dürüst olmak gerekirse tabii ki, hayır! Bin kere hayır! İyi de, peki niye böyle...? Çünkü: Değişim, kadın açısından sanki bir ihanettir! Kadın, el alemle iyi geçinmesi gereken, ele güne karşı herşeyi, özellikle aileyi, fonksiyonu bozuk bile olsa, ‘mükemmel’ gösteren, plastik gülümseme maskesiyle dolaşan, şikayetçi ol(a)mayan kişidir. Kadın, kendisine doğduğundan beri dayatılan sosyal-ekonomik-politik-psikolojik koşullarından ayrılıp, farklı bir ülkeye, hem de, kocasının ve aile büyüklerinin kararıyla göçmüşse; örneğin Hakkari’nin ya da ne bileyim işte, Elazığ’ın, Sivas’ın, Kahraman Maraş’ın, Van’ın, Adana ve Mersin’in, Konya ve Kayseri’nin, Rize’nin, Muş’un, Artvin’in, Tunceli’nin, hatta ve hatta gelişmiş algılanan bir kentin; köyünden-yaylasından-mezrasından, ansızın Londra’ya gelmişse ne olur?
Hızlı coğrafya değişimine uyum sağlamak, kolay mıdır?
Peki, şimdi-burada sözünü edeceğim kadının özelinde ne oldu?
Olan şu: Bastırılmış ve ortaya çıkmaması için elden gelen herşeyin uygulandığı yaratıcılığını, ortaya sererek, herkesi şaşırttı. Ondan bekleneni değil, hiç beklenmeyeni becerdi.
Beklenen durum; kadının kendisine yıkıcı olmasıydı! Nasıl yani? El alemle başedemeyerek derin bir depresyona girecek, tüm dünyaya düşman olup küsecekti. Ama dedim ya…Bu kadın, böyle bir süreç yaşamadı.
Her bireyin yenilikleri-değişimleri, algılayış ve yaşamına uygulama süreci farklıdır.
Kadın umudunu hiç yitirmedi.
Gücüne inandı.
Kendisine önem verene güvendi.
Çok şaşırdı ama aptallaşmadı!
Çok kırıldı ama eğilmedi!
Kendisine sunulan sağlıklı olanakları değerlendirdi!
Kadın, kocasından dört buçuk yıl önce Londra’ya gelir, iki çocuğu ile beraber. Oğlu sekiz, kızı onbir yaşındadır. Karı-koca İngiltere’ye göç etmeye karar verdiklerinde, uzun bir süre ayrı kalacaklarını düşünmemişlerdir. Kadın gelecek, ardından hemen kocasını aldırıverecektir. Bu kararlarının bir başka nedeni de, Londra’daki ‘kadın’ ve ‘çocuk’ haklarıdır. Duymuşlardı bir yerlerden…Kadınlar ve çocuklar için herşeyin daha kolay olduğunu! Çocukların eğitim garantisi olduğunu...Bu nedenle, yıllardır kıyılmayan hükümet nikahları bile kıyılır, köyden ayrılmadan!
Ama hiçbir şey planladıkları gibi olmaz.
Kadın ilkokulu bile bitirmemiştir. Ama, çocuklarıyla beraber okula gitmek ister, Londra’da! Çocukluğundaki okulsuzluğuna babası karar vermiştir ama şimdi, kendisi otorite olmak ister! Okullu olmaktan yanadır. ‘Kızlar okumaz’ demişti ya, o inatçı baba! Oğullarını okutmak istemişti ya...
Ama ‘oh olsun’, olmadı ya.
Ağabeylerinin hepsi haylazdı.
Kendisine gelince, onaltısında, kocaya varmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Onyedisine basmadan, ana oluvermişti...Nasıl olduğunu bile anlamadan...
Neyse ki, vardığı koca iyidir. Vicdanlıdır. Köydeki kadınların içinde, en şanslısı olduğunu düşünür. Koca sevgi doludur. Karışmaz, yerli yersiz. Zaten bu yüzden, adamın köydeki adı, o kocaları tarafından aşağılanan karılar tarafından, ‘gılıbık herif’ e çıkar ya, yine de aldırmaz, yeterki canı çektiğinde, adama iki bacağını açıversin!
‘Gılıbık’ diyenlerin nasıl hasetlendiklerini, iyi bilir, kadın!
Evet okuyacak. Valla da okuyacak Londra’da...Çatlatacak o karıları. Valla da billa da çok ciddi. Londra’daki akrabaları, köylüleri inanamazlar ta ki durumu açıkca görünceye dek...
Doğru ve iyi düşünmek, iyi kararlar almak, daha özgür olmak için, okumalı!
Kocasına okuma fikrini söyleyince, herif, ilk defa celallenir. Eee herif bu, karının kendinden üstün, akıllı olmasını istemez, ama hele bir gelsin Londra’ya, gerisi kolay!
İstekli-cesur. Köstekleyenlerin yanı sıra, destekleyenler çok. Kadın girişken. Kısa sürede, eş- dost edinir. Burada okumanın yaşı ya da cinsiyeti yok. Hem yaşı neydi ki!
Kadın, yeni ülkede gençliğinin farkına varır.
Onun yaşındakiler daha evli bile değiller! Baksana başbakanın karısı bile 46 yaşında doğurdu ya!
Eltisi nasıl da, gülmüştü cahilliğine. 45-50 yaşındaki kadınların, çocuk arabalarıyla yollarda gittiklerini görünce:
-Ya bu İngilizler de ne iyi babaanne ya da anneanne oluyorlar, torunlarına sahip çıkıyorlar!
Dediğinde...Meğer torun değil, kendi bebeleriymiş!
İyi de bunda gülecek ne vardı ki!
Bilmemek ayıp mı? Görür gününü o elti bozuntusu. Kendisini akıllı Avrupalı sayıyor, haset karı n’olacak.
Kadın öğrenir...Bir adresin, bir telefon numarasının ne kadar çok işe yaradığını da, öğrenir. Doktora, alışverişe gittiğinde işlerini rahatça çözer. Ona- buna- akraba çocuklarına ‘tercümanlık için’ yalvarmaktan kurtulur. Henüz oturumu yoktur ama avukatı durumunun umutlu olduğunu söylüyor.
Bekleyecek…Başka yolu yok bu işin. Üstelik de, çocuklarıyla beraber olmak, koca derdi çekmemek, kaynana-görümce dırdırları dinlememek hoşuna bile gidiyor. Meğer neler, çekiyormuş da, haberi yokmuş! O iyi koca bile, şimdilerde, ta köyden-uzaktan kumandalı emirler yağdırıyor ama…O kadarı kadı kızında da, olur!
Seviyor herifi.
Özlüyor palavracıyı. ‘Mezara kadar’ diye yemin bile etmişlerdi, o ilk öpüştükleri, yeşil pınar başında! Görücü usulüydü ama herife aşık olmuştu, o ilk öpüşle. Komşu karıların kocaları, öpüşmeden becerirlermiş karıları. Nasıl olur ya! Ama kendi herifi, sevişmeyi de, becermeyi de iyi biliyor, nerden öğrendiyse...
Gel zaman git zaman, kadın, kocasını getirtmek için çok uğraşır ama bir türlü gerçekleşmez. Oturum yok, para yok. Şebekeler çok para istiyorlar. Ona da gücü yok.
İyi de, normal yolla geliversin, n’olacak? Bekleyiversin karısının oturumunu. İşi gücü ne? Köydeyken, herifin yolunu az mı gözlemişti. Allah için şimdi herif çok iyi. Londra uğruna tarladaki motorunu, kasabadaki bakkalı, altı dönüm, baba hatırası tarlayı bile satıp savdı. Şimdi de, işsiz güçsüz öylece bekliyor, o daracak köyde!
Ne garip şey!
Köyün ötesinde böyle kocaman bir şehirden, kocaman Londra’dan haberi bile yok. Nerden bilsin garibim. Kendisi az mı şaşmıştı, geldiğinde. Sağolsun kadınlar ve dernekler sayesinde kendine gelmedi mi?
Bu kadın, çocuklarına baba yokluğunu aratmamaya çalışıyor ama kolay olmuyor. En çok oğlan, bu ayrılıktan etkilenmişti ama folklör kursu, tiyatro ve futbol kurtardı onu. Hele bir de, dernekler aracılığı ile gençlik kamplarına gidip arkadaşlar edinince, hepsi çok rahatlayıverdiler. Kızı… Ah…Yaman. Pek bilmiş. Okuyacağa benziyor. Okutacaktı tabii...Kendisine benzemesin kaderi! Hayatta, erken evlendirmezdi, kızını. İsterse, oğlanlarla oynaşıversin. İsterse öpüşsün! N’olacak ki! Burda ayıp değil ki...Köyde bunu kızlar gizli yapıyor, burda açıktan yapıyorlar. Ama bilmeliydi, ana olarak, kiminle ne haltlar karıştırdığını. Sağolsun KIZ işte, eksik etek amma...Ne de olsa abla! Oğlana göz kulak oluyor, evde ufak tefek işler yapıyor. Kendisi de, makreme, iğneoyası, boncuk işi çantalar yaparak ek para kazanıyor. Okula bile gidiyor, günde iki saat.
Emmi kızı, lokantasında, yarı ücretle de olsa, iş veriverdi. Kaçak çalışıyor. Sosyal yardımını da alacak devletten! Onu kaçıramazdı doğrusu! Onsuz geçim zor. Oraya öde, buraya öde; bitmiyor. Hergün gelen mektuplardan, randevülerdan gına geliyor. Londra’da herşey parayla dönüyor. Köy gibi değil. Hiç değilse, emmi kızından aldığını bir köşeye atar, herifin şebekesini öder.
Ispanaklı börek yapıyor. Kadın şaşmıştı bu işe…Hayatı boyunca evinde, köyünde hamur işleri çok yaptı, ama günün birinde bu börek işinden para kazanıp da, memlekete hem de herifine göndereceği hiç ama sahiden de hiç, aklına gelmezdi. Kocası nasıl da şaşmıştı karısının kazancına...Onu hazır yiyen bilirdi ya!
Mevsimler gelir geçer.
Aradan tam dört yıl, dört ay, üç hafta, iki gün geçer… Bir gün postadan o çok sevindiği haber geliverir. Artık oturumu vardır. Hayat birden nasıl da daha güzel olmuştu! Her şey nasıl da başkalaşıvermişti. O su gibi akıp giden dört yılın sonunda, o dört ay geçemez olmuştu ama sonunda, o da gelip geçiverdi işte.
Ve Heathrow havaalanı.
Kadın, kocasını karşılar, çocuklarıyla beraber. Çocuklardaki heyecan dorukta. Babayı nasıl da, özlemişler. Akrabalar, eş, dost aracılığı ile DVD’ler, videolar gelip gitti ama yüzyüze görüşmek, bir başka doğrusu! En şık ve bakımlı haliyle kocasını karşılayacak. Öyle gelir içinden. Soluk soluğa bekliyor...Sanki soluğu duruverecek...Bakalım ne diyecek kocası? Tanıyamayacak belki de!
Öykünün erkek tarafı
Erkek tarlasını, motorunu, işini gücünü bırakır. Onlar için yeni bir hayat başlasın istiyor. Artık köyde kalmak çok zorlaşmıştır. Köy adeta bir mezarlık sessizliğindedir. Kimseler kalmaz. Kardeşleri, emmioğulları, teyzeoğulları, hatta tarla komşuları-ortakları bile, Londra denen taşı toprağı altın olan yerdeler. Eskiden sığınak İstanbul’du ama artık İstanbul yetmez oluvermişti. Yalnızlık ve merak duygularıyla kıvranıyor, öteleri çok merak ediyordu...galiba en iyisi Londra. Baksana, o samsalak, sümüklü dayı oğlu bile tüccar olmadı mı? Sebze alım satımı yapıyor, her sene yeni bir ev-hem de gelip de, hiç oturmayacağı bir rev-, yeni işyerleri ve o süslenmekten ve hava atmaktan başka şey bilmeyen karısına da sıra sıra nasıl da burmalar alıyordu. Üstelik herif bir de, Rus metres tutmuş, diyorlar! Herife bak...Herif parasını s...yor. Amma velakin helal olsun herife...O çopur suratına rağmen yine de bir metres tutmuş ya! Bir de, şimdi villa yaptırıyor köyde. Hem de gelip de hiç yaşamayacağı köyde...Hava işte. Hava atıyor samsalak herif.
Salak herif n’olacak!
Köydeyken bir halt değildi! Ağzı kokardı açlıktan! Şimdiki haline bak. Yani şimdi-kendisi, dayıoğlundan daha mı aptaldı ki, beceremeyecekti, Londra’yı. Ama enayi değildi, metres tutup da para yedirmezdi! Karısı ne güne duruyordu ki. Seviyordu karıyı...
Durum beklediği gibi olmaz ama...Beklemek, hem de karıdan haber beklemek, ne zordu öyle. Acaba ne ediyor gurbette? Karıya bak, hiç de şikayetçi değil. Özlemiyormuş...Vakit mi var özlemeye, gel de gör demişti en son! Ya ne biçim iş bu?
Çalıştığını söylemişti ama nasıl bir iş bu? Erkek var mı acep çalıştığı yerde? Ispanaklı börekle para nasıl kazanılır yahu? Kendisine düzenli para yolluyor, Allah için ama…O video görüntüsü ne öyle. O şehirli, çok okumuş, çok bilmiş kırmızı dudaklı karılar gibi olmuş. Boyamış kaltak! Hem de kırmızıya! Bir de utanmadan, ‘ne var işte Kürt kırmızısı işte bu’, diyor. Amma velakin yakışmış da kaltağa!
Güzel karı doğrusu.
Cilvesine diyecek yok. Londra’lı olalı, daha da cilvelenmiş kaltak! Doğrusu karılığına da, yosmalığına da, analığına da, diyecek yok. Ne zaman canı çekse hazırdı köydeyken. Özlüyor kaltağı. Amma karı gideli boşta değil...Eh ne de olsa erkek, boş kalacak değil ya! Sağolsun, avludaki komşu Kadir ağanın ikinci karısı, kapısını aralayıvermişti. Hem de karıyı yolculadığı, o ıssız lacivert gece.
-‘Gel acını dindireyim’ demişti. Ne de iyi etmişti...
Komşu karının koynunda sabahlayıverdi. Başka türlü ayrılık acısı çekilmezdi ki... Allah için...Karının kocası, Paris’te cirit atıyor. Ne yapsın yani, onu mu bekleyecek sene de bir gün? Ama ne iyi sevişiyor öyle. Belli ki, bu işi çok denemiş, çok! Nerden de, öğrenmiş. Aman boş ver. İmam nikahlısı değil ya. Eee karı n’apsın? Tabii ki yapacak. Altı yıldır herif bekliyor.
Ya karısı?
Londra’da. Acep, o da...Diye, öfkeyle- karamsar düşünmeye başlayıverdi erkek. Acep o da yaparmı ki! Güllü’yle her seviştiğinde, kendi karısını düşlüyor. Ya o da başka bir herifin koynundaysa? Ol(a)maz. Çocuklar var Allahtan! Erkek, videodaki görüntüden, karısının ve çocuklarının, aynı olmadıklarını-değiştiklerini anlar, epeyce de, telaşlanır ama ne yapabilir ki! Londra’ya gidene dek sabırlı olmaktan başka çare yok! Hele bir gitsin, gerisi kolay!
Hayatında ilk defa uçağa biniyor.
İstanbul’un boğazını bir görse keşke!
Kısmet olmaz.
Güllü, nasıl da ağlıyordu ardından. Birgün önceki gece...Öf ne güzeldi. Karı sanki, kendi karısısıymış gibi, Londra’dakini kıskanıyor. ‘Hemen yatacan mı onla’ diye de, soruyordu. Allah allah, soru mu bu? Tabii lan. Tabii ki, yatacak. Karısı değilmi? Dört yıl bu, dile kolay...Vücüdunu amma da özlemişti karının. Gariban karısı, onu hep sorar, selam yollar. ‘Aman destek ol Güllü’ye. Yardım et, kocası başında değil’ derdi, her telefonda. Eh o da ediyor, hem de çok yönlü. Sevaptır, dul karı memnun etmek!
Atatürk havalimanından, Londra uçağına binince, derin derin soluklanır. Karısı tüm işlemlerini halledermişti. Biletine kadar...Ona da, anasıyla babasıyla, tüm köylüyle vedalaşıp, uçağa binip gelmek düşmüştü.
Erkek bu duygu ve düşüncelerle dolu, Heathrow Havaalanı’na iner. Kalabalığı izler. Herkesin ilerlediği uzun halı döşeli koridoru izler. Çok da sıkışır ama hela arayacak zaman yok. Sıkar kendini. Belli ki, bütün yolcular nereye gidilecek biliyorlar. Kendisi bilmiyor...Karısı pek bilmiş bilmiş, kalabalığı takip et, birine sor, sakın çekinmeyesin ha, demişti ya. İşte o da karının sözünü tutuyordu! Hele de tutmasın...Başka care mi var şimdi.
Neyseki sınırdan geçmek zor olmaz. Karı herşeyi nasıl da iyi becermiş. Elindeki evrakları gösterince konuşmaya gerek bile kalmamıştı.
Özlemle beklediği o havaalanı karşılaşmasında adam donar kalır.
Karıyı göremez, görünce de hemen tanıyamaz. Kalabalığa gözü alışana kadar, donukluğu geçmez. Sanki bir tarafına felç gelmişti...Ne tuhaf oluvermişti öyle. Karısının üzerinde, videodaki, bacaklarına yapışık yeşil pantolon. Çocuklar kocaman. Kız, sanki genç bir kadın. Oğlunun sesi garip. Çatlak. Erkek oluyor galiba.
Çocuklar yavaş yavaş yanaşırlar.
Elini öperler, ama sarılmazlar! O da onları öper ama nedense kırgın, küskün bir tavırla...Karısına da şöyle bir bakar. Sarılsın mı sarılmasın mı şaşkın. Bu kadar insanın içinde, olmaz! Ayıp. Trende yol boyunca karı, üç odalı, bahçeli evini anlatıyor. Hiç kimseye nasip olmayacak bir ev. Nasıl becerip, devletten kolayca aldığını. Bu konuda başkalarından daha şanslı olduğunu,Turan Beyin bu konuda çok yardım ettiğini söyler. -Bu Turan da kim?- Birden içi acır. Kıskançlıktan çatlamak üzere ama sabırla bekler. İlk geceyi nasıl da iple çekmişti ama karı yatmaz onunla. Kızının odasına kapanır. Sanki birden tükenivermişti konuşacakları. Onu sap gibi, yatakta, tek başına bırakır. Hayalleriyle başbaşa, saatlerce tavana bakar! Hem de karanlıkta.
-Çok ayrı kaldık. Değiştik. Yabancılaştık. Biraz alışalım birbirimize, der.
Laflara bak!
Karıya bak! Nerden de öğrenmiş bu lafları? Turan Bey’den mi?
Bu nasıl karı-kocalık? Dörtbuçuk sene onu bekleyecem, o bana nanik yapacak! Olur mu hiç...İlk defa karısı ona hayır diyor!
-İşte Londra…Londra, diye diye geldim de ne oldu, diye, dertlenir adam.
Çocuklar sabah şafağında okula, hanım da işe gidiyor. Bir keresinde, çalıştığı lokantaya onu da götürür, ama sık götürmek istemiyor.
-Burası Türkiye gibi değil. İş yerinde lak lak yasak, diyor.
-Ulan yıllarca köyde bekledik, bir de Londra’da mı bekleyeceğiz?
Hatuna bak! Lafının her başında BEN, bu ülke, o ülke deyip duruyor. Bir de, o ne bilmiş edalar. Doktora kayıt olmaya gittiklerinde nasıl da aptal hissetmişti kendini.
Çocuklar bile kendini adamdan saymıyorlar. Varsa yoksa anaları. Hep ondan izin alıyorlar. Kendisi; koca mı-baba mı-soğan başı mı, sarımsak sapı mı, belli değil. Ahh Güllü ah.
Özler onu.
Kıskançlığına esir olur ve bir gece dayanamaz, uzanır karısına, öpmek, okşamak ister ama, kadın itekler onu. Katlanamaz buna adam, sinirlerine sahip olamayıp, tokatı patlatır karısına… Sonra da üzülür, çok pişman olur ama nafile...Ertesi günü, o iki karış oğlu nasıl da, önüne dikiliverdi...Belli ki anası doldurmuş...
-‘Bana bak baba polisi ararım ha’ ‘sakın bir daha anama el kaldırma’.
-Burası Londra, der.
Evler aynı fabrika malı.
Çok temiz demişlerdi Avrupa’ya, ama pek dendiği gibi de görünmüyor. Hele onların mahalle! Ne öyle? Bütün köy orda yahu…Sevdiği tek yer, eve yakın o kocaman park. Köyünü hatırlatıyor. Sadece inekler, koyunlar, horozlar yok...Canı her sıkıldığında kendisini atıyor çimlere. Önceleri basmak istemiyordu, bozulur diye, ama hanım nasıl da alayla güldü öyle.
-Bas bas...Korkma burda yasak yok, demişti.
Erkek, kendisini yalnız, çaresiz ve güçsüz hissediyor.
Her çaresizliğinde de, karısını incitmek, -hatta yalana ne gerek var-öldüresiye dövmek istiyor. Oysa, o iki tokata gelene dek, bir fiske bile, vurmamıştı karısına ama kendini kontrol edemiyor artık.
Ne olmuştu?
Çıldırıyormu?
Çok ama çok korkuyor. Saldırganlığının nedeni korkuları! Saldırıya uğramamak için, önce o saldırıyor...Bir garip içi. Kötü şeyler düşünüyor. Mutsuz. Kötülerin kendisini takip ettiğini, ona kötülük yapmak istediklerini düşünür olmuştu. Tüm dünya üzerine çöküyor. Yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur ki!
Sevilmiyor.
Ölmek istiyor.
Öfkesini ancak böyle gösterir herkese. Ölümüyle karısını, çocuklarını, Londra’daki tüm sülaleyi cezalandırır belki. Onlara öyle bir acı vermek istiyor ki! En iyisi ölmek. Öldürüp de katil olmaktansa, ölüp onları ömür boyu cezalandırmak daha iyi.
Doktor avuç avuç ilaçlar vermişti. Zombi olmuştu. Bu sefer de, yataktan kalkamıyordu. Yaşayan bir ölü gibiydi. Yeğeni, bazan o Türk kahvehanelere götürüp, birileriyle tanıştırıyordu. Kimseyle görüşmek istemiyordu ki! Astımı iyice azmıştı bu lanet olası memlekete geleli beri! Ne demişti o avanak, o bıyığı bile çıkmamış oğlan:
-Amca artık yolunu kendin bul. Çocuk musun? Benden bu kadar!
Bak sen! Daha neler? Üç odalı evin yolunu şaşırmamak için az mı saymıştı, eve giden yol boyu ağaçları. Dükkanların kapı renklerini bile ezberlemişti. Hatta, köşedeki, o otobüs durağına yakın posta kutusu, belediye tarafından kaldırıldığında, yolunu nasıl şaşırmıştı...Utançtan geberiyordu. Zar zor, yarım saatlik eve, tam dört saatte ulaşmıştı. Kimselere anlatamıyordu derdini. Burda kimse, kimsenin umurunda değildi. Ne memleket, ne ayaküstü bir sohbet, ne bir ilgi...Çocuklar, yemeklerini yer yemez odalarına kapanıyorlar, iki laf bile etmiyorlardı. Varsa yoksa o makineler ellerinde...Garip oyuncaklar. Neymiş, çocuklar daha akıllı olurlarmış. Karısı öyle diyordu. Kadın bile, bilgisayar denen makineyi beceriyordu.
İngilizce öğrenmek için, okula başladı, ama aklını derse veremiyor ki… İngilizce kim, o kim? Türkçeyi bile unutmuştu! Herkesten nefret ediyordu. Kendisinden de. O aylarca, yıllarca düşler kurduğu, taşı toprağı altın dedikleri yer burası mıydı?
Burası açık bir cezaeviydi!
İşte, sevgili okur,
Yukardaki öykü, hepimize tanıdık gelen bir öykü.
Bazı benzerlikler ve farklılıklarla, çok bildik…Öykünün sonunu dilediğince sonlandırmanı öneriyorum. Hayallerin, fantazilerin seni nereye götürecek, merak ediyorum. Şimdi ben, gizlilik ilkelerine sadık kalarak, birçok ayrıntıyı değiştirerek, birbirinden alıp ekleyerek oluşturduğum bu öyküden yola çıkarak, bu karı-kocanın nasıl var olduklarına değinirken, değişik yorumlarda da bulunacağım.
İLİŞKİLERDE YUMAK OLMAYIN!
Yumak olan ilişkiler tükenmeye mahkumdur. Hertür ilişkide, önce birey olabilmek ve ardından beraber ve ortak bir yaşam oluşturabilmek kolay bir süreç değil. Eşitlikten hiç söz etmiyorum dikkat ederseniz, çünkü hiçbir ilişkide eşitliğe inanmıyorum ben. Yok öyle bir şey! Elmayı eşit paylaşırsın ya da cevizi… Ya da parayı, ama ilişkilerde eşitlik ve “eşit olmak”, ayrı birşey! Katı kurallarla eşitliğe yaklaşım, sağlıklı beraberliğe engel olmak için, ortaya atılan ulaşılmaz ve uzlaşılmaz bir ‘olgu’dur. İlişkide eşitlik değil, sağlıklı-duyarlı-sevgili-açıksözlü-değişime ve gelişime açık -bağışlayıcı- ve gerçekçi bir ortaklık ararım. Ortaklık bana daha sağlıklı bir kavram olarak yansıyor! Hep konuşulan, bir türlü ulaşılamayan eşitlik kavramı ise, insanı uzlaşmasız, el alem dolu bir kavrama yönlendirebiliyor!
Sonunda yukardaki dizelerde izlediğiniz kadın ve erkek yardım için bana geldiler:
Kadın ve erkek, Londra’ya gelmeden önceki ve geldikten sonraki süreçlerini düşündüler, konuştular, sorguladılar. Nasıl iletişim kurduklarını, o güne dek alışkın oldukları davranış biçimlerini açıkca değerlendirdiler. Sorguladılar. Beraberliklerinde alışkın oldukları sevişmelerine-öpüşmelerine dek…Ağladılar, güldüler, küstüler...Ama, değişimlerine, beklentilerine ilişkin cesaretli yaklaşımları, duyarlı değişim için kararlar almaları ilginçti. Ben bile şaştım cesaretlerine...Bu karı-kocanın geçmişteki sosyal ve kültürel koşullarını, eğitimsizliklerini düşününce, durum daha bir ilginçleşiyordu!
Terapi sürecinde, bu karı-koca, birbirlerinin ihtiyaçlarını daha iyi anlamaya, olumsuz duygularla başetmek için, kapasite ve beceri geliştirmeye, herşeyden önce birlikte keyifli- rahat-güzel zaman geçirmeye başladılar.
Birlikte yaşlanmayı amaçladılar.
Kadın-erkek, farkına varmak, içsel evlerine yerleşmek, topluma entegre olmak ve yenilikler yaratmak sürecindeki değişimleri karşısında, kendilerine çocukluklarından bu yana dayatılan, ‘suçluluk’ ve ‘utanç’ ‘sadece köy için yaşamak’ duygularından arınarak, bireysellikleri ile el alem arasında çırpındılar. Sonrasında da, elalemle değil, kendileriyle, hem ayrı ayrı hem de, ‘birlikte’ uğraşmanın önemini farkederek, içsel çatışmalarıyla, güçleriyle barıştılar. Çocuklarını sevdiler. Korudular. İki kültür arasında yetişen nesilleri anlamaya çalıştılar. Onlarla iyi bir diyalog içine girdiler. Çocuklarıyla arkadaş olmaya değil, duyarlı-anlayışlı anne ve baba olmaya özen gösterdiler.
Erkek ve kadın, gerçekleşmek, var olmak, el alem kavramlarının biraradalıklarından ve karışıklıklarından dolayı, korku-kaygı dolu olabilir. Birbirini yitirme kaygısı ağır basarken, kendisini-otoritesini yitirme duygusu, yabancı toplumdaki farklı değerler de eklenince ürkütücü olabilir. Kendileri ve içinde bulundukları yeni sosyal koşulları ile yüzleşmek –iyi olsa bile- zaman alacaktır.
İnsan değişir...Şöyle ya da böyle...
O halde, sağlıklı değişimden kaçmak niye?
Sağlıklı değişimden korkan insan, özünde, farkına varmadan özüne-doğallığına-insanlığına ihanet etmektedir! Dürüstlük-gerçekçilik- cesaret değişim sürecine önemli katkıda bulunacaktır! İnsanın dürüst olabilmesi için, korkularının-kayıplarının-güvensizliklerinin-zaaflarının farkına varması gerekir. İşte benim işim bu konuda bireye, aileye, gruplara ve dolaylı gibi görünse de özde, doğrudan topluma yardımcı olmaktır.
Farkındalıkla, kişiler, sadece eşleriyle, aileleriyle, varoldukları toplumla değil, en önemlisi, kendileriyle de, sağlıklı-barışcıl ilişki kuracaklardır.
Bu çiftin özelinde, köydeki ilişkilerinde, gerçek bir ortaklık, paylaşım yoktu ki!
Tek taraflı yaşanan, koşulsuz onaylanan, zorunlu, dayatılan feodal bir ilişki biçimi söz konusuydu. Her iki taraf için de… Kadın yeni duygu, düşünceleriyle, değişimiyle, eşini kendisinin sahibi ya da bir başka deyişle ‘temsilcisi’ olarak değil; beraberlikten hoşlandığı, mutlu olduğu, coşkuyla seviştiği, arzuladığı, bağışladığı, ortak bir yaşam sürecini paylaştığı bir insan olarak görmek istedi.
-Bilmem kim beyin karısı
-Bilmem kimlerin anası
-Bilmem kimlerin kızı
-Bilmem kim aşiretinin gelini olmaktan,
-Bilmem kimlerin düğününe para takmak için gitmeli, anlayışlarından yorgun düşmüştü.
Kadın, maskesiz var olmak istedi ve erkek de, kaygılarını, korkularını bir tarafa bırakarak, karısını anlamaya, dinlemeye karar Verdi. Tabii kadın da, kocasını anlamaya çabaladı. Hep kendisinin doğru olamayacağını, belki de, bazı doğruların eşinde olabileceğine dair ikna oldu. Her iki, cins de, sorumluluklarının duygusal, sosyal ve ekonomik özgürlüklerinin farkına-tadına vararak yaşamak, bu yönüyle onaylanmak ve mutlu olmak istediler.
Tanıdığım onlarca, yüzlerce kadın, otobüs geç kaldığı için şöföre, yaramazlık yaptığı için oğluna, dedikodu yaptığı için komşusuna, flört ettiği için ergenlikteki kızına, fesatlığı için eltisine öfkelenen, bağıran, çağıran; dedikodu yaparak, büyücülere, falcılara giderek çareler arayan ve ilişkilerde yumak olan bir kadın olarak değil; üreten, seven, yaşamı dolu dolu, coşkuyla soluyan, soğukkanlı, güvenilir, güvenli, saygın bir kadın, bir anne, bir eş olmak ister. Kendi becerilerini geliştirebilen ve el alemden korkmadan kendisi olabilen bir kadın! Erkek de karısını annesi olarak değil, eşi olarak görmek ister! Kadını ardında değil yanında görmek ister. Birlikte ama gerektiğinde ayrı! Ayrı ama birlikteliklerinin beraberindeki ortak sorumluluklarının farkında…
Paylaşarak, ortaklıkla özerklikle yaşamak ister.
-Hanım çok ağlıyor.
-Çok duygusal, ha bire ağıt yakıyor, diyor erkek.
-Hanım yatmıyor benimle.
-Kocam bir mapushane taşı gibi, soğuk ve duygusuz, diyor kadın.
Birçok kadının en güzel yanı duygularıyla, doğrudan ve doğal ilişkiler kurmalarıdır. Börek yapmak gibi ta çocuklukta elde ettikleri becerilerini kaybetmemeleri ayrıca çok önemlidir! Ve zamanında küçümsenen bu yeteneklerinin kendilerine, aile ekonomisine katkıda bulunması, ayrı bir sevinç ve güç kaynağıdır. Kimi kadın yazı yazar, resim yapar, kimisi modayı izler, özel giyinir, kimi kadın şarkı söyler, şiir yazar. Kimi kadın dans eder, kimisi çok nefis içli köfteler, baklavalar, börekler yapar, sanatçı yanını öyle sergiler. Kimi kadın, dostlarını, arkadaşlarını ‘gerçekten’ duyar, derdine ortak olur. Kadın, kendisine dayatılan yaşamı değil, kendi emeği ile oluşturduğu yaşamı yaşamak ister. Bu tarz bir yaşam isteği, kadının içsel zenginliğini, özgürlüğünü gösterirken, sevdiği insanlara sadakatini de kanıtlar!
Kadın da erkek de, üretmeyi sever.
Bu üretim, ister içli köfteyle kendisini göstersin, isterse bir yağlıboya resimle…İster duyarlı kulaklarla...Üretmeyen, üretemeyen insan depresyona girer. Kendisine güvenini kaybeder. Mutsuz olur. Elalemi suçlar durur!
Kadının tüm el becerilerinin yanısıra; bilgi ve deneyimlerini, aklını, fikrini sergilemesi, duyarlılıklarıyla var olması, anlamlı, coşkulu ve enerji dolu bir yaşam için uğraşması çok önemlidir. Kadın, kendi içindeki erkeği, erkek de, kendi içindeki kadını uyandırmalıdır!
-Erkekler ağlamaz!
-Aaaa oğlum sen erkeksin. Kızlar ağlar!
-Oğlum o eksik etek, sen erkeksin. Güçlü olmalısın!
-Amcası, oğul bu oğul…Hele baksana pipisine. Ne kadar büyük!
Ya da,
-Kadın dediğin evde oturur, kocasına, çocuklarına, kaynanasına hatta tüm sülaleye bakar!
-El alem ne der? Aile-aşiret-töremiz- şerefimiz-köyümüz?
-Koca evinden ancak cenazen çıkar.
-Gelinlikle gidersin, kefenle çıkarsın!
-Kızını dövmeyen, birgün dizini döver.
-Kız kısmı okuyup da, n’olacak? Kocası bir ekmek getirir elbet!
-Yuvayı dişi kuş yapar.
Gibi sözlerle büyüyen bir erkek ya da kız çocuğunun yetişkinlikte bocalaması, evlilikte veya beraberlikte kadının ağlama duvarı, erkeğin de, mapushane duvarı gibi olması ile -özellikle de göçmenlikte-, yabancı toplum ve kültürde, yaralar ortaya serilir.
Terapi seanslarında duygulanıp, ağlayan erkekler çoktur. Önceleri utanarak, suçluluk ve ezilmişlik içinde ağlarlar. Sanarlar ki ağlamak güçsüzlük. Bakarlar ki… Aslında ‘güç’; duygulanarak,,ağlamakta, ağlayabilmekte...! Erkekler ağladıkça, katı kurallarını-duvarlarını yıktılar. Böylece onlar, bu ağıtların insanca dökülmesi gereken, bastırılmış duygular olduğunu farkedip özgürleştiler. Gerçekten güçlü oldular.
İzlediğiniz, bu karı-koca özeline gelince:
Karısının yanında ağlayan erkeğe, kadın yeniden aşık oldu. Onun yumuşak ve çaresiz yanını gördü. Onu komşu kadın –Güllü ile- olan ilişkisinden dolayı sorgularken, öfkelense de, kıskansa da, yargılasa da... Anlamaya çalıştı. Erkek de kadına yeniden aşık oldu. Turan Bey’in varlığından korkmadı! Karısının cesur ve üretken yanını farketti. Erkek, kendisini mağdur yanıyla kabul etti. Kendisini samimi olarak anlamaya çalışan karısına hissettiklerini, onun yokluğunda yaşadıklarını, hissettiklerini, özellikle de, onu ve çocuklarını kaybetme korkularını cesaretle anlattı. Kadın da, kendisine güvenen kocasına, daha ilgili ve açık oldu. Bedenlerini de, duyguları gibi sağlıklı ve ortaklıkla anlamlı paylaştılar. Erkek, karısı cinselliğini kendisiyle beraber, dolu dolu yaşayınca daha bir mutlu oldu. Komşu kadın Güllü’yü bile aratmayan karısının cilveleriyle gururlandı bile! Kadın da, kocasının mutluluğuna öncelik tanırken, kendi isteklerini, cinselliğini açıkca ifade etmekten korkmamayı öğrendi.
Hem hastalar, hem çalışanlar değişiyoruz.
Irmaktaki su gibi seanslar akıp gidiyor.
Hiçbir terapötik görüşme aynı olmuyor.
Zaman gibi.
Bu öyküye başladığımdaki zaman, neredeydi şimdi nerde...
24 Ekim 2005 Temmuz
uzakta.
Genç adam
ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
piposunu çıkarıyor cebinden
aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
düşünüyor Heraklit'i,
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam...
Kim bilir belki böyle bir akşam,
böyle bir akşam,
Heraklit alnını
yeşil gözlü zeytinliklerde akan
suya eğdi
ve dedi:
«— Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada...»
Benerci Kendini Niçin Öldürdü.
Bir genç adama...Hakim Heraklite...Yıldızlara ve Aşka Dair
Nazım Hikmet
AH ŞU LONDRA… DEĞİŞMEYE ve İLİŞKİDE ORTAKLIĞA DAİR...
-Dilek Hanım, çok ama çok değiştik.
-Bu memleket bizi yiyip tüketiyor!
-Burada herkes bir hoş olmuş! Paradan başka şey düşünülmüyor!
-Çocuklarımla konuşamıyorum. Beni takmıyorlar.
-Karım desen, o bambaşka bir dünyada! Bir garip. Beni er’den saymıyor!
-Döşüme bir ağrı giriyor ki...Omuzlarım, belim büküldü. Sanki felç oldum!
-Akrabalar... Ah bir bilseniz...Onlar akraba değil, birer AKBABA olmuşlar. Açlıklarını doyurmak için, leş bekleyen akbabalar!
Diyordu, ERKEK (ler).
Dizelerde izlediğiniz bu sözleri, birçok erkek hastalardan duydum.
Duymaya da devam ediyorum!
Kadın…Erkek, çocuk, yaşlı... Birey değişir.
İnsanın sevinci, yaratıcılığı ve üretkenliği için, değişim kaçınılmaz süreçtir.
Hayatta değişmeyen en önemli ve belki de tek inandırıcı gerçek, ‘değişmek’ tir. Bu anlamda burada şaşacak bir durum yok! Şimdi, sorulması gereken soru şudur:
-Bu değişimler, bireye, çocuklara, eş ve aileye, topluma, nasıl geri dönüyor?
-Değişim nasıl toplumsallaşıyor ve bireyselleşiyor?
KADIN da ERKEK de, Londra’da değişir.
İyi ama Türkiye’de… Köylerinde ya da geldikleri kentlerde değişmezler mi? Değişirler tabii ama, orada yaşam farklı boyutta kendini ifade eder. Kent yaşamı –doğadan uzaklaşmak- bireyi, aileyi, toplumu zorlar. Üstelik de, bu kent, Londra ise? Daha da zorlar!
Londra, ilginç bir kent. Zorluklarıyla beraber, köyde olamayacak kolaylıkları da vardır.
Bireyde, ailede, aşirette, grupda, politikada, dinde, köyde, geldiği yerde var olan, o güne dek açıklanmamış duyguları tetikleyerek, tüm gerçekliği ile sergiler. Ve gömük üretkenliği tetikleyip, yeniliklerle, yeniden yapılandırarak, zenginleştirecektirerek, cömertliğini gösterir. Tüm rekabet, tüm güç kanıtlama duygularına rağmen!
Tanıştığım birçok kadın, üç-beş-sekiz çocuk doğurmuş; onbeş yaşında, gönlüne düşen -elieline bile dokunmadan uzaktan gülüştükleri- o yakışıklı, komşuoğlu ile
Evlen(e)memiş, okumak isteklerine rağmen, babaları, ağabeyleri, ya da, kar-kış nedeniyle kapanan köy yolları tarafından engellenmişlerdir. Bu zorluklara rağmen, benimle görüşmeye gel(ebil)en bu kadınlardaki değişim inancına, becerisine şaştım. El alemden, kocalardan, ağabeylerden, aşiretlerden, adet ve geleneklerden gelen baskılara karşı koyabilmelerine, tüm cesaretleriyle çıkış yolu bulabilmerine, iç dünyalarındaki derinliklerine, hayran oldum.
Kadın(lar) güçlendikçe, inancım güçlendi. Onlardaki içsel değişim, dış koşullarına da yansır. Bu duygusal yolculuklarda, bazı yolcular -erkek ya da kadın- bazı duraklarda inerler…Bazı duraklarda dinlenirler…Birbirlerini-aslında kendilerini- bağışlarlar…Bazı duraklarda başkalarıyla yollarına devam ederler. Bazı duraklarda ise, geriye dönüp bakarak;
-Keşkelerle… Pişmanlıklarla… Ah…Vahlarla...Ya da,
-İyi’kiler… Çok şükürler’le var olurlar.
‘Duygusal geri dönüşüm’ çalışmalarda; depresif ruh hali ağır basarsa, keşkeler –tüh- ah- vah-larla, yer değiştirir. Ve ‘iyi’ kileri askıya alırlar!
Burada, benimle izlediğiniz kadın(lar), sıradan kadın(lar) değil! Beş yaşında tarlada çalışmaya başlamış, sırtına odun yığarak, köyün bir ucundan öbür ucuna yol almış, annesi sekiz yaşında baba dayaklarıyla ölüverince, üvey ana eline kalmasınlar diye, kendisinden küçük üç kardeşine analık yapmış, karda-kışta sular donunca, kömür sobası üstünde kar suyu eritip kardeşlerinin, topraklı boklu bezlerini, o nasır tutan çocuk elleriyle yıkamış ve büyümeden, çocuklu(klarını)ğunu yaşamadan, onüçünde evlenip, ondördünde anne olmuş kadınlar...Yıllarca çocuklarının hatırına sevmedikleri-hatta nefret ettikleri- koca ile yaşamış, aile içi şiddeti, çocuklar hatırına (!) sağ kalabilmek, kocadan daha çok nefret etmemek için, durumu normalleştirmiş kadınlar...Henüz kırklı yaşlarına ulaşmadan, birçok torun sahibi olunca da, depresyona girivermişler…O yaşayamadıkları, çocukluk/gençlik/kadınlıkları üzerinde, bilinçaltı ve bilinçli dürtülerin zorlamasıyla, yardım isteyinceye dek...
Ya erkekler?
Onlar da, ‘aman ne güzel erkek oğlum’ ‘aman bakın, pipisi de ne güzelmiş!’ diyerek yetiştirilmiş, ama özde aşağılanmış, söz hakkı olmamış, genç yaşta töre gereği, kendisinden yirmibeş yaş büyük, kan davası nedeniyle öldürülen ağabeyinin karısıyla, -çocukluğundan beri yenge diye seslendiği kadınla- evlendirilen…Zorla, ‘töre’ ‘namus’ inancı altında, karısı olarak dayatılan, bebeğini; ana- baba yanında –yine töre adına- kucağına bile al(a)madan, büyütmek zorunda, bir baba olmuşlar...Veya üç yaşındayken, yüzünü hayal meyal anımsayan annesinin, ölü bedenini, dut ağacında asılı bulan, benimle görüşünceye dek, hep, ‘neden böyle oldu, suçum neydi’ diyerek, öfke ve korkuyla yaşayan erkekler, dayanaksız deneyimlerinin anılarıyla, çareyi depresyonda bulmuşlar. İşte erkek (ler) de, böyle korunmuşlar! Onların da sonunda geç olmadan, yardım istemekle ilgili kararlılıklarına, hayran olmamak elde mi?
Yardım alarak değişmek için, ille de aynı dili konuşmak gerekmediğine olan inançlarına da hayranım.
Psikoterapi konuşarak-sözlerle uygulanan bir tedavi yöntemi, ama öyle kadınlarla çalışıyorum ki, sözcükler yok bazan! Sadece gözyaşlarıyla çalışıyor(uz). Ağıtlarıyla. Sessizlikleriyle...Uzun yıllar bastırdıkları, gözyaşlarıyla akıp giderken, çığlıktan bile, daha güçlü sessizlikleriyle var olabiliyorlar!
Kadın seansa geliyor, zorlanan Türkçe ya da, İngilizce ile derdini anlatıyor. Yaşamı o kadar çok kayıplarla dolu ki! Derinleşen duyguların doğrultusunda, doğallıkla birden bire ana diline dönüyor. Türkçeyi unutup Kürtçe konuşuyor. İngilizceyi bırakıp, Portekizce (Portekizli hasta), İspanyolca (İspanyol hasta) konuşuyorlar...
Dinliyorum.
Cümlelerden hiçbir şey anlamıyorum, ama aslında ne dediğini biliyorum. Çünkü sezgilerime, farklı duyargalarıma izin veriyorum onu anlamak için! Dogmatikçe, sadece sözcüklere takılmıyorum. O da benim bilinçaltımı okuyor, seziyor…Kendisini otantik biçimde dinlediğimi anlıyor. Bilinçaltı iletişimle, bilinçli iletişim birlikte çalışıyor.
İtiraf etmeliyim; zaman zaman, ben, bu kadınlarla, itiraf ve ifade edilememiş, öğrenilememiş, ailemin diğer bireyleri tarafından bile onaylan(a)mamış Zazalığımı, onlar da da benimle, kendi(lerine)sine dayatılan, zorla öğretilen Türklük (Kürt hasta), İngilizlik (İrlandalı, İskoçyalı, Keltik), Fransızlık (Faslı hasta)yaşarken, öz(lerine)üne dönüyor(lar)...İkimiz de, birbirimize inanıyor, güveniyor, birbirimizi anlıyoruz, aynı dili konuşmasak da!
Şuan aşağıda izleyeceğiniz öykümdeki erkek ise, önce kendisini değil; kadının değişimini gözler, denetler! Bu nedenle de, mutsuzlaşır...Ama gelin görün, yaşantısının devamını...Erkek herşeye rağmen, mutsuzluğa tutuklu kalmamanın yollarını merakla arar ve sorgular.
Toplumsal kültür; Londra’da ya da ülkemde-hiç farketmez-; erkeği, büyük bir iş adamı, siyasetçi, başarılı bir doktor, mimar, mühendis olarak görmeye çok alışkındır. Kadın; nekadar eğitimli, kültürlü olursa olsun, kocasına destek olan, çocuklarının koşulsuz heran yanında olan, onlara gece yarısı bile kalkıp yemek pişiren, onların dertlerini dinleyen, evi ve sosyal ilişkileri çekip çeviren, değişmeden-aynı köydeki ya da geldiği şehirdeki gibi-, evde kocasına, sülaleye –Türkiye’dekiler de dahil- sadık, kocasından daha başarılı olmaması gereken kişidir. Kadın nekadar başarılı olursa olsun, mutlaka eşinden bir adım geride olmalıdır...Ya da olur görünür!
Gerçek bu mudur?
Dürüst olmak gerekirse tabii ki, hayır! Bin kere hayır! İyi de, peki niye böyle...? Çünkü: Değişim, kadın açısından sanki bir ihanettir! Kadın, el alemle iyi geçinmesi gereken, ele güne karşı herşeyi, özellikle aileyi, fonksiyonu bozuk bile olsa, ‘mükemmel’ gösteren, plastik gülümseme maskesiyle dolaşan, şikayetçi ol(a)mayan kişidir. Kadın, kendisine doğduğundan beri dayatılan sosyal-ekonomik-politik-psikolojik koşullarından ayrılıp, farklı bir ülkeye, hem de, kocasının ve aile büyüklerinin kararıyla göçmüşse; örneğin Hakkari’nin ya da ne bileyim işte, Elazığ’ın, Sivas’ın, Kahraman Maraş’ın, Van’ın, Adana ve Mersin’in, Konya ve Kayseri’nin, Rize’nin, Muş’un, Artvin’in, Tunceli’nin, hatta ve hatta gelişmiş algılanan bir kentin; köyünden-yaylasından-mezrasından, ansızın Londra’ya gelmişse ne olur?
Hızlı coğrafya değişimine uyum sağlamak, kolay mıdır?
Peki, şimdi-burada sözünü edeceğim kadının özelinde ne oldu?
Olan şu: Bastırılmış ve ortaya çıkmaması için elden gelen herşeyin uygulandığı yaratıcılığını, ortaya sererek, herkesi şaşırttı. Ondan bekleneni değil, hiç beklenmeyeni becerdi.
Beklenen durum; kadının kendisine yıkıcı olmasıydı! Nasıl yani? El alemle başedemeyerek derin bir depresyona girecek, tüm dünyaya düşman olup küsecekti. Ama dedim ya…Bu kadın, böyle bir süreç yaşamadı.
Her bireyin yenilikleri-değişimleri, algılayış ve yaşamına uygulama süreci farklıdır.
Kadın umudunu hiç yitirmedi.
Gücüne inandı.
Kendisine önem verene güvendi.
Çok şaşırdı ama aptallaşmadı!
Çok kırıldı ama eğilmedi!
Kendisine sunulan sağlıklı olanakları değerlendirdi!
Kadın, kocasından dört buçuk yıl önce Londra’ya gelir, iki çocuğu ile beraber. Oğlu sekiz, kızı onbir yaşındadır. Karı-koca İngiltere’ye göç etmeye karar verdiklerinde, uzun bir süre ayrı kalacaklarını düşünmemişlerdir. Kadın gelecek, ardından hemen kocasını aldırıverecektir. Bu kararlarının bir başka nedeni de, Londra’daki ‘kadın’ ve ‘çocuk’ haklarıdır. Duymuşlardı bir yerlerden…Kadınlar ve çocuklar için herşeyin daha kolay olduğunu! Çocukların eğitim garantisi olduğunu...Bu nedenle, yıllardır kıyılmayan hükümet nikahları bile kıyılır, köyden ayrılmadan!
Ama hiçbir şey planladıkları gibi olmaz.
Kadın ilkokulu bile bitirmemiştir. Ama, çocuklarıyla beraber okula gitmek ister, Londra’da! Çocukluğundaki okulsuzluğuna babası karar vermiştir ama şimdi, kendisi otorite olmak ister! Okullu olmaktan yanadır. ‘Kızlar okumaz’ demişti ya, o inatçı baba! Oğullarını okutmak istemişti ya...
Ama ‘oh olsun’, olmadı ya.
Ağabeylerinin hepsi haylazdı.
Kendisine gelince, onaltısında, kocaya varmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Onyedisine basmadan, ana oluvermişti...Nasıl olduğunu bile anlamadan...
Neyse ki, vardığı koca iyidir. Vicdanlıdır. Köydeki kadınların içinde, en şanslısı olduğunu düşünür. Koca sevgi doludur. Karışmaz, yerli yersiz. Zaten bu yüzden, adamın köydeki adı, o kocaları tarafından aşağılanan karılar tarafından, ‘gılıbık herif’ e çıkar ya, yine de aldırmaz, yeterki canı çektiğinde, adama iki bacağını açıversin!
‘Gılıbık’ diyenlerin nasıl hasetlendiklerini, iyi bilir, kadın!
Evet okuyacak. Valla da okuyacak Londra’da...Çatlatacak o karıları. Valla da billa da çok ciddi. Londra’daki akrabaları, köylüleri inanamazlar ta ki durumu açıkca görünceye dek...
Doğru ve iyi düşünmek, iyi kararlar almak, daha özgür olmak için, okumalı!
Kocasına okuma fikrini söyleyince, herif, ilk defa celallenir. Eee herif bu, karının kendinden üstün, akıllı olmasını istemez, ama hele bir gelsin Londra’ya, gerisi kolay!
İstekli-cesur. Köstekleyenlerin yanı sıra, destekleyenler çok. Kadın girişken. Kısa sürede, eş- dost edinir. Burada okumanın yaşı ya da cinsiyeti yok. Hem yaşı neydi ki!
Kadın, yeni ülkede gençliğinin farkına varır.
Onun yaşındakiler daha evli bile değiller! Baksana başbakanın karısı bile 46 yaşında doğurdu ya!
Eltisi nasıl da, gülmüştü cahilliğine. 45-50 yaşındaki kadınların, çocuk arabalarıyla yollarda gittiklerini görünce:
-Ya bu İngilizler de ne iyi babaanne ya da anneanne oluyorlar, torunlarına sahip çıkıyorlar!
Dediğinde...Meğer torun değil, kendi bebeleriymiş!
İyi de bunda gülecek ne vardı ki!
Bilmemek ayıp mı? Görür gününü o elti bozuntusu. Kendisini akıllı Avrupalı sayıyor, haset karı n’olacak.
Kadın öğrenir...Bir adresin, bir telefon numarasının ne kadar çok işe yaradığını da, öğrenir. Doktora, alışverişe gittiğinde işlerini rahatça çözer. Ona- buna- akraba çocuklarına ‘tercümanlık için’ yalvarmaktan kurtulur. Henüz oturumu yoktur ama avukatı durumunun umutlu olduğunu söylüyor.
Bekleyecek…Başka yolu yok bu işin. Üstelik de, çocuklarıyla beraber olmak, koca derdi çekmemek, kaynana-görümce dırdırları dinlememek hoşuna bile gidiyor. Meğer neler, çekiyormuş da, haberi yokmuş! O iyi koca bile, şimdilerde, ta köyden-uzaktan kumandalı emirler yağdırıyor ama…O kadarı kadı kızında da, olur!
Seviyor herifi.
Özlüyor palavracıyı. ‘Mezara kadar’ diye yemin bile etmişlerdi, o ilk öpüştükleri, yeşil pınar başında! Görücü usulüydü ama herife aşık olmuştu, o ilk öpüşle. Komşu karıların kocaları, öpüşmeden becerirlermiş karıları. Nasıl olur ya! Ama kendi herifi, sevişmeyi de, becermeyi de iyi biliyor, nerden öğrendiyse...
Gel zaman git zaman, kadın, kocasını getirtmek için çok uğraşır ama bir türlü gerçekleşmez. Oturum yok, para yok. Şebekeler çok para istiyorlar. Ona da gücü yok.
İyi de, normal yolla geliversin, n’olacak? Bekleyiversin karısının oturumunu. İşi gücü ne? Köydeyken, herifin yolunu az mı gözlemişti. Allah için şimdi herif çok iyi. Londra uğruna tarladaki motorunu, kasabadaki bakkalı, altı dönüm, baba hatırası tarlayı bile satıp savdı. Şimdi de, işsiz güçsüz öylece bekliyor, o daracak köyde!
Ne garip şey!
Köyün ötesinde böyle kocaman bir şehirden, kocaman Londra’dan haberi bile yok. Nerden bilsin garibim. Kendisi az mı şaşmıştı, geldiğinde. Sağolsun kadınlar ve dernekler sayesinde kendine gelmedi mi?
Bu kadın, çocuklarına baba yokluğunu aratmamaya çalışıyor ama kolay olmuyor. En çok oğlan, bu ayrılıktan etkilenmişti ama folklör kursu, tiyatro ve futbol kurtardı onu. Hele bir de, dernekler aracılığı ile gençlik kamplarına gidip arkadaşlar edinince, hepsi çok rahatlayıverdiler. Kızı… Ah…Yaman. Pek bilmiş. Okuyacağa benziyor. Okutacaktı tabii...Kendisine benzemesin kaderi! Hayatta, erken evlendirmezdi, kızını. İsterse, oğlanlarla oynaşıversin. İsterse öpüşsün! N’olacak ki! Burda ayıp değil ki...Köyde bunu kızlar gizli yapıyor, burda açıktan yapıyorlar. Ama bilmeliydi, ana olarak, kiminle ne haltlar karıştırdığını. Sağolsun KIZ işte, eksik etek amma...Ne de olsa abla! Oğlana göz kulak oluyor, evde ufak tefek işler yapıyor. Kendisi de, makreme, iğneoyası, boncuk işi çantalar yaparak ek para kazanıyor. Okula bile gidiyor, günde iki saat.
Emmi kızı, lokantasında, yarı ücretle de olsa, iş veriverdi. Kaçak çalışıyor. Sosyal yardımını da alacak devletten! Onu kaçıramazdı doğrusu! Onsuz geçim zor. Oraya öde, buraya öde; bitmiyor. Hergün gelen mektuplardan, randevülerdan gına geliyor. Londra’da herşey parayla dönüyor. Köy gibi değil. Hiç değilse, emmi kızından aldığını bir köşeye atar, herifin şebekesini öder.
Ispanaklı börek yapıyor. Kadın şaşmıştı bu işe…Hayatı boyunca evinde, köyünde hamur işleri çok yaptı, ama günün birinde bu börek işinden para kazanıp da, memlekete hem de herifine göndereceği hiç ama sahiden de hiç, aklına gelmezdi. Kocası nasıl da şaşmıştı karısının kazancına...Onu hazır yiyen bilirdi ya!
Mevsimler gelir geçer.
Aradan tam dört yıl, dört ay, üç hafta, iki gün geçer… Bir gün postadan o çok sevindiği haber geliverir. Artık oturumu vardır. Hayat birden nasıl da daha güzel olmuştu! Her şey nasıl da başkalaşıvermişti. O su gibi akıp giden dört yılın sonunda, o dört ay geçemez olmuştu ama sonunda, o da gelip geçiverdi işte.
Ve Heathrow havaalanı.
Kadın, kocasını karşılar, çocuklarıyla beraber. Çocuklardaki heyecan dorukta. Babayı nasıl da, özlemişler. Akrabalar, eş, dost aracılığı ile DVD’ler, videolar gelip gitti ama yüzyüze görüşmek, bir başka doğrusu! En şık ve bakımlı haliyle kocasını karşılayacak. Öyle gelir içinden. Soluk soluğa bekliyor...Sanki soluğu duruverecek...Bakalım ne diyecek kocası? Tanıyamayacak belki de!
Öykünün erkek tarafı
Erkek tarlasını, motorunu, işini gücünü bırakır. Onlar için yeni bir hayat başlasın istiyor. Artık köyde kalmak çok zorlaşmıştır. Köy adeta bir mezarlık sessizliğindedir. Kimseler kalmaz. Kardeşleri, emmioğulları, teyzeoğulları, hatta tarla komşuları-ortakları bile, Londra denen taşı toprağı altın olan yerdeler. Eskiden sığınak İstanbul’du ama artık İstanbul yetmez oluvermişti. Yalnızlık ve merak duygularıyla kıvranıyor, öteleri çok merak ediyordu...galiba en iyisi Londra. Baksana, o samsalak, sümüklü dayı oğlu bile tüccar olmadı mı? Sebze alım satımı yapıyor, her sene yeni bir ev-hem de gelip de, hiç oturmayacağı bir rev-, yeni işyerleri ve o süslenmekten ve hava atmaktan başka şey bilmeyen karısına da sıra sıra nasıl da burmalar alıyordu. Üstelik herif bir de, Rus metres tutmuş, diyorlar! Herife bak...Herif parasını s...yor. Amma velakin helal olsun herife...O çopur suratına rağmen yine de bir metres tutmuş ya! Bir de, şimdi villa yaptırıyor köyde. Hem de gelip de hiç yaşamayacağı köyde...Hava işte. Hava atıyor samsalak herif.
Salak herif n’olacak!
Köydeyken bir halt değildi! Ağzı kokardı açlıktan! Şimdiki haline bak. Yani şimdi-kendisi, dayıoğlundan daha mı aptaldı ki, beceremeyecekti, Londra’yı. Ama enayi değildi, metres tutup da para yedirmezdi! Karısı ne güne duruyordu ki. Seviyordu karıyı...
Durum beklediği gibi olmaz ama...Beklemek, hem de karıdan haber beklemek, ne zordu öyle. Acaba ne ediyor gurbette? Karıya bak, hiç de şikayetçi değil. Özlemiyormuş...Vakit mi var özlemeye, gel de gör demişti en son! Ya ne biçim iş bu?
Çalıştığını söylemişti ama nasıl bir iş bu? Erkek var mı acep çalıştığı yerde? Ispanaklı börekle para nasıl kazanılır yahu? Kendisine düzenli para yolluyor, Allah için ama…O video görüntüsü ne öyle. O şehirli, çok okumuş, çok bilmiş kırmızı dudaklı karılar gibi olmuş. Boyamış kaltak! Hem de kırmızıya! Bir de utanmadan, ‘ne var işte Kürt kırmızısı işte bu’, diyor. Amma velakin yakışmış da kaltağa!
Güzel karı doğrusu.
Cilvesine diyecek yok. Londra’lı olalı, daha da cilvelenmiş kaltak! Doğrusu karılığına da, yosmalığına da, analığına da, diyecek yok. Ne zaman canı çekse hazırdı köydeyken. Özlüyor kaltağı. Amma karı gideli boşta değil...Eh ne de olsa erkek, boş kalacak değil ya! Sağolsun, avludaki komşu Kadir ağanın ikinci karısı, kapısını aralayıvermişti. Hem de karıyı yolculadığı, o ıssız lacivert gece.
-‘Gel acını dindireyim’ demişti. Ne de iyi etmişti...
Komşu karının koynunda sabahlayıverdi. Başka türlü ayrılık acısı çekilmezdi ki... Allah için...Karının kocası, Paris’te cirit atıyor. Ne yapsın yani, onu mu bekleyecek sene de bir gün? Ama ne iyi sevişiyor öyle. Belli ki, bu işi çok denemiş, çok! Nerden de, öğrenmiş. Aman boş ver. İmam nikahlısı değil ya. Eee karı n’apsın? Tabii ki yapacak. Altı yıldır herif bekliyor.
Ya karısı?
Londra’da. Acep, o da...Diye, öfkeyle- karamsar düşünmeye başlayıverdi erkek. Acep o da yaparmı ki! Güllü’yle her seviştiğinde, kendi karısını düşlüyor. Ya o da başka bir herifin koynundaysa? Ol(a)maz. Çocuklar var Allahtan! Erkek, videodaki görüntüden, karısının ve çocuklarının, aynı olmadıklarını-değiştiklerini anlar, epeyce de, telaşlanır ama ne yapabilir ki! Londra’ya gidene dek sabırlı olmaktan başka çare yok! Hele bir gitsin, gerisi kolay!
Hayatında ilk defa uçağa biniyor.
İstanbul’un boğazını bir görse keşke!
Kısmet olmaz.
Güllü, nasıl da ağlıyordu ardından. Birgün önceki gece...Öf ne güzeldi. Karı sanki, kendi karısısıymış gibi, Londra’dakini kıskanıyor. ‘Hemen yatacan mı onla’ diye de, soruyordu. Allah allah, soru mu bu? Tabii lan. Tabii ki, yatacak. Karısı değilmi? Dört yıl bu, dile kolay...Vücüdunu amma da özlemişti karının. Gariban karısı, onu hep sorar, selam yollar. ‘Aman destek ol Güllü’ye. Yardım et, kocası başında değil’ derdi, her telefonda. Eh o da ediyor, hem de çok yönlü. Sevaptır, dul karı memnun etmek!
Atatürk havalimanından, Londra uçağına binince, derin derin soluklanır. Karısı tüm işlemlerini halledermişti. Biletine kadar...Ona da, anasıyla babasıyla, tüm köylüyle vedalaşıp, uçağa binip gelmek düşmüştü.
Erkek bu duygu ve düşüncelerle dolu, Heathrow Havaalanı’na iner. Kalabalığı izler. Herkesin ilerlediği uzun halı döşeli koridoru izler. Çok da sıkışır ama hela arayacak zaman yok. Sıkar kendini. Belli ki, bütün yolcular nereye gidilecek biliyorlar. Kendisi bilmiyor...Karısı pek bilmiş bilmiş, kalabalığı takip et, birine sor, sakın çekinmeyesin ha, demişti ya. İşte o da karının sözünü tutuyordu! Hele de tutmasın...Başka care mi var şimdi.
Neyseki sınırdan geçmek zor olmaz. Karı herşeyi nasıl da iyi becermiş. Elindeki evrakları gösterince konuşmaya gerek bile kalmamıştı.
Özlemle beklediği o havaalanı karşılaşmasında adam donar kalır.
Karıyı göremez, görünce de hemen tanıyamaz. Kalabalığa gözü alışana kadar, donukluğu geçmez. Sanki bir tarafına felç gelmişti...Ne tuhaf oluvermişti öyle. Karısının üzerinde, videodaki, bacaklarına yapışık yeşil pantolon. Çocuklar kocaman. Kız, sanki genç bir kadın. Oğlunun sesi garip. Çatlak. Erkek oluyor galiba.
Çocuklar yavaş yavaş yanaşırlar.
Elini öperler, ama sarılmazlar! O da onları öper ama nedense kırgın, küskün bir tavırla...Karısına da şöyle bir bakar. Sarılsın mı sarılmasın mı şaşkın. Bu kadar insanın içinde, olmaz! Ayıp. Trende yol boyunca karı, üç odalı, bahçeli evini anlatıyor. Hiç kimseye nasip olmayacak bir ev. Nasıl becerip, devletten kolayca aldığını. Bu konuda başkalarından daha şanslı olduğunu,Turan Beyin bu konuda çok yardım ettiğini söyler. -Bu Turan da kim?- Birden içi acır. Kıskançlıktan çatlamak üzere ama sabırla bekler. İlk geceyi nasıl da iple çekmişti ama karı yatmaz onunla. Kızının odasına kapanır. Sanki birden tükenivermişti konuşacakları. Onu sap gibi, yatakta, tek başına bırakır. Hayalleriyle başbaşa, saatlerce tavana bakar! Hem de karanlıkta.
-Çok ayrı kaldık. Değiştik. Yabancılaştık. Biraz alışalım birbirimize, der.
Laflara bak!
Karıya bak! Nerden de öğrenmiş bu lafları? Turan Bey’den mi?
Bu nasıl karı-kocalık? Dörtbuçuk sene onu bekleyecem, o bana nanik yapacak! Olur mu hiç...İlk defa karısı ona hayır diyor!
-İşte Londra…Londra, diye diye geldim de ne oldu, diye, dertlenir adam.
Çocuklar sabah şafağında okula, hanım da işe gidiyor. Bir keresinde, çalıştığı lokantaya onu da götürür, ama sık götürmek istemiyor.
-Burası Türkiye gibi değil. İş yerinde lak lak yasak, diyor.
-Ulan yıllarca köyde bekledik, bir de Londra’da mı bekleyeceğiz?
Hatuna bak! Lafının her başında BEN, bu ülke, o ülke deyip duruyor. Bir de, o ne bilmiş edalar. Doktora kayıt olmaya gittiklerinde nasıl da aptal hissetmişti kendini.
Çocuklar bile kendini adamdan saymıyorlar. Varsa yoksa anaları. Hep ondan izin alıyorlar. Kendisi; koca mı-baba mı-soğan başı mı, sarımsak sapı mı, belli değil. Ahh Güllü ah.
Özler onu.
Kıskançlığına esir olur ve bir gece dayanamaz, uzanır karısına, öpmek, okşamak ister ama, kadın itekler onu. Katlanamaz buna adam, sinirlerine sahip olamayıp, tokatı patlatır karısına… Sonra da üzülür, çok pişman olur ama nafile...Ertesi günü, o iki karış oğlu nasıl da, önüne dikiliverdi...Belli ki anası doldurmuş...
-‘Bana bak baba polisi ararım ha’ ‘sakın bir daha anama el kaldırma’.
-Burası Londra, der.
Evler aynı fabrika malı.
Çok temiz demişlerdi Avrupa’ya, ama pek dendiği gibi de görünmüyor. Hele onların mahalle! Ne öyle? Bütün köy orda yahu…Sevdiği tek yer, eve yakın o kocaman park. Köyünü hatırlatıyor. Sadece inekler, koyunlar, horozlar yok...Canı her sıkıldığında kendisini atıyor çimlere. Önceleri basmak istemiyordu, bozulur diye, ama hanım nasıl da alayla güldü öyle.
-Bas bas...Korkma burda yasak yok, demişti.
Erkek, kendisini yalnız, çaresiz ve güçsüz hissediyor.
Her çaresizliğinde de, karısını incitmek, -hatta yalana ne gerek var-öldüresiye dövmek istiyor. Oysa, o iki tokata gelene dek, bir fiske bile, vurmamıştı karısına ama kendini kontrol edemiyor artık.
Ne olmuştu?
Çıldırıyormu?
Çok ama çok korkuyor. Saldırganlığının nedeni korkuları! Saldırıya uğramamak için, önce o saldırıyor...Bir garip içi. Kötü şeyler düşünüyor. Mutsuz. Kötülerin kendisini takip ettiğini, ona kötülük yapmak istediklerini düşünür olmuştu. Tüm dünya üzerine çöküyor. Yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur ki!
Sevilmiyor.
Ölmek istiyor.
Öfkesini ancak böyle gösterir herkese. Ölümüyle karısını, çocuklarını, Londra’daki tüm sülaleyi cezalandırır belki. Onlara öyle bir acı vermek istiyor ki! En iyisi ölmek. Öldürüp de katil olmaktansa, ölüp onları ömür boyu cezalandırmak daha iyi.
Doktor avuç avuç ilaçlar vermişti. Zombi olmuştu. Bu sefer de, yataktan kalkamıyordu. Yaşayan bir ölü gibiydi. Yeğeni, bazan o Türk kahvehanelere götürüp, birileriyle tanıştırıyordu. Kimseyle görüşmek istemiyordu ki! Astımı iyice azmıştı bu lanet olası memlekete geleli beri! Ne demişti o avanak, o bıyığı bile çıkmamış oğlan:
-Amca artık yolunu kendin bul. Çocuk musun? Benden bu kadar!
Bak sen! Daha neler? Üç odalı evin yolunu şaşırmamak için az mı saymıştı, eve giden yol boyu ağaçları. Dükkanların kapı renklerini bile ezberlemişti. Hatta, köşedeki, o otobüs durağına yakın posta kutusu, belediye tarafından kaldırıldığında, yolunu nasıl şaşırmıştı...Utançtan geberiyordu. Zar zor, yarım saatlik eve, tam dört saatte ulaşmıştı. Kimselere anlatamıyordu derdini. Burda kimse, kimsenin umurunda değildi. Ne memleket, ne ayaküstü bir sohbet, ne bir ilgi...Çocuklar, yemeklerini yer yemez odalarına kapanıyorlar, iki laf bile etmiyorlardı. Varsa yoksa o makineler ellerinde...Garip oyuncaklar. Neymiş, çocuklar daha akıllı olurlarmış. Karısı öyle diyordu. Kadın bile, bilgisayar denen makineyi beceriyordu.
İngilizce öğrenmek için, okula başladı, ama aklını derse veremiyor ki… İngilizce kim, o kim? Türkçeyi bile unutmuştu! Herkesten nefret ediyordu. Kendisinden de. O aylarca, yıllarca düşler kurduğu, taşı toprağı altın dedikleri yer burası mıydı?
Burası açık bir cezaeviydi!
İşte, sevgili okur,
Yukardaki öykü, hepimize tanıdık gelen bir öykü.
Bazı benzerlikler ve farklılıklarla, çok bildik…Öykünün sonunu dilediğince sonlandırmanı öneriyorum. Hayallerin, fantazilerin seni nereye götürecek, merak ediyorum. Şimdi ben, gizlilik ilkelerine sadık kalarak, birçok ayrıntıyı değiştirerek, birbirinden alıp ekleyerek oluşturduğum bu öyküden yola çıkarak, bu karı-kocanın nasıl var olduklarına değinirken, değişik yorumlarda da bulunacağım.
İLİŞKİLERDE YUMAK OLMAYIN!
Yumak olan ilişkiler tükenmeye mahkumdur. Hertür ilişkide, önce birey olabilmek ve ardından beraber ve ortak bir yaşam oluşturabilmek kolay bir süreç değil. Eşitlikten hiç söz etmiyorum dikkat ederseniz, çünkü hiçbir ilişkide eşitliğe inanmıyorum ben. Yok öyle bir şey! Elmayı eşit paylaşırsın ya da cevizi… Ya da parayı, ama ilişkilerde eşitlik ve “eşit olmak”, ayrı birşey! Katı kurallarla eşitliğe yaklaşım, sağlıklı beraberliğe engel olmak için, ortaya atılan ulaşılmaz ve uzlaşılmaz bir ‘olgu’dur. İlişkide eşitlik değil, sağlıklı-duyarlı-sevgili-açıksözlü-değişime ve gelişime açık -bağışlayıcı- ve gerçekçi bir ortaklık ararım. Ortaklık bana daha sağlıklı bir kavram olarak yansıyor! Hep konuşulan, bir türlü ulaşılamayan eşitlik kavramı ise, insanı uzlaşmasız, el alem dolu bir kavrama yönlendirebiliyor!
Sonunda yukardaki dizelerde izlediğiniz kadın ve erkek yardım için bana geldiler:
Kadın ve erkek, Londra’ya gelmeden önceki ve geldikten sonraki süreçlerini düşündüler, konuştular, sorguladılar. Nasıl iletişim kurduklarını, o güne dek alışkın oldukları davranış biçimlerini açıkca değerlendirdiler. Sorguladılar. Beraberliklerinde alışkın oldukları sevişmelerine-öpüşmelerine dek…Ağladılar, güldüler, küstüler...Ama, değişimlerine, beklentilerine ilişkin cesaretli yaklaşımları, duyarlı değişim için kararlar almaları ilginçti. Ben bile şaştım cesaretlerine...Bu karı-kocanın geçmişteki sosyal ve kültürel koşullarını, eğitimsizliklerini düşününce, durum daha bir ilginçleşiyordu!
Terapi sürecinde, bu karı-koca, birbirlerinin ihtiyaçlarını daha iyi anlamaya, olumsuz duygularla başetmek için, kapasite ve beceri geliştirmeye, herşeyden önce birlikte keyifli- rahat-güzel zaman geçirmeye başladılar.
Birlikte yaşlanmayı amaçladılar.
Kadın-erkek, farkına varmak, içsel evlerine yerleşmek, topluma entegre olmak ve yenilikler yaratmak sürecindeki değişimleri karşısında, kendilerine çocukluklarından bu yana dayatılan, ‘suçluluk’ ve ‘utanç’ ‘sadece köy için yaşamak’ duygularından arınarak, bireysellikleri ile el alem arasında çırpındılar. Sonrasında da, elalemle değil, kendileriyle, hem ayrı ayrı hem de, ‘birlikte’ uğraşmanın önemini farkederek, içsel çatışmalarıyla, güçleriyle barıştılar. Çocuklarını sevdiler. Korudular. İki kültür arasında yetişen nesilleri anlamaya çalıştılar. Onlarla iyi bir diyalog içine girdiler. Çocuklarıyla arkadaş olmaya değil, duyarlı-anlayışlı anne ve baba olmaya özen gösterdiler.
Erkek ve kadın, gerçekleşmek, var olmak, el alem kavramlarının biraradalıklarından ve karışıklıklarından dolayı, korku-kaygı dolu olabilir. Birbirini yitirme kaygısı ağır basarken, kendisini-otoritesini yitirme duygusu, yabancı toplumdaki farklı değerler de eklenince ürkütücü olabilir. Kendileri ve içinde bulundukları yeni sosyal koşulları ile yüzleşmek –iyi olsa bile- zaman alacaktır.
İnsan değişir...Şöyle ya da böyle...
O halde, sağlıklı değişimden kaçmak niye?
Sağlıklı değişimden korkan insan, özünde, farkına varmadan özüne-doğallığına-insanlığına ihanet etmektedir! Dürüstlük-gerçekçilik- cesaret değişim sürecine önemli katkıda bulunacaktır! İnsanın dürüst olabilmesi için, korkularının-kayıplarının-güvensizliklerinin-zaaflarının farkına varması gerekir. İşte benim işim bu konuda bireye, aileye, gruplara ve dolaylı gibi görünse de özde, doğrudan topluma yardımcı olmaktır.
Farkındalıkla, kişiler, sadece eşleriyle, aileleriyle, varoldukları toplumla değil, en önemlisi, kendileriyle de, sağlıklı-barışcıl ilişki kuracaklardır.
Bu çiftin özelinde, köydeki ilişkilerinde, gerçek bir ortaklık, paylaşım yoktu ki!
Tek taraflı yaşanan, koşulsuz onaylanan, zorunlu, dayatılan feodal bir ilişki biçimi söz konusuydu. Her iki taraf için de… Kadın yeni duygu, düşünceleriyle, değişimiyle, eşini kendisinin sahibi ya da bir başka deyişle ‘temsilcisi’ olarak değil; beraberlikten hoşlandığı, mutlu olduğu, coşkuyla seviştiği, arzuladığı, bağışladığı, ortak bir yaşam sürecini paylaştığı bir insan olarak görmek istedi.
-Bilmem kim beyin karısı
-Bilmem kimlerin anası
-Bilmem kimlerin kızı
-Bilmem kim aşiretinin gelini olmaktan,
-Bilmem kimlerin düğününe para takmak için gitmeli, anlayışlarından yorgun düşmüştü.
Kadın, maskesiz var olmak istedi ve erkek de, kaygılarını, korkularını bir tarafa bırakarak, karısını anlamaya, dinlemeye karar Verdi. Tabii kadın da, kocasını anlamaya çabaladı. Hep kendisinin doğru olamayacağını, belki de, bazı doğruların eşinde olabileceğine dair ikna oldu. Her iki, cins de, sorumluluklarının duygusal, sosyal ve ekonomik özgürlüklerinin farkına-tadına vararak yaşamak, bu yönüyle onaylanmak ve mutlu olmak istediler.
Tanıdığım onlarca, yüzlerce kadın, otobüs geç kaldığı için şöföre, yaramazlık yaptığı için oğluna, dedikodu yaptığı için komşusuna, flört ettiği için ergenlikteki kızına, fesatlığı için eltisine öfkelenen, bağıran, çağıran; dedikodu yaparak, büyücülere, falcılara giderek çareler arayan ve ilişkilerde yumak olan bir kadın olarak değil; üreten, seven, yaşamı dolu dolu, coşkuyla soluyan, soğukkanlı, güvenilir, güvenli, saygın bir kadın, bir anne, bir eş olmak ister. Kendi becerilerini geliştirebilen ve el alemden korkmadan kendisi olabilen bir kadın! Erkek de karısını annesi olarak değil, eşi olarak görmek ister! Kadını ardında değil yanında görmek ister. Birlikte ama gerektiğinde ayrı! Ayrı ama birlikteliklerinin beraberindeki ortak sorumluluklarının farkında…
Paylaşarak, ortaklıkla özerklikle yaşamak ister.
-Hanım çok ağlıyor.
-Çok duygusal, ha bire ağıt yakıyor, diyor erkek.
-Hanım yatmıyor benimle.
-Kocam bir mapushane taşı gibi, soğuk ve duygusuz, diyor kadın.
Birçok kadının en güzel yanı duygularıyla, doğrudan ve doğal ilişkiler kurmalarıdır. Börek yapmak gibi ta çocuklukta elde ettikleri becerilerini kaybetmemeleri ayrıca çok önemlidir! Ve zamanında küçümsenen bu yeteneklerinin kendilerine, aile ekonomisine katkıda bulunması, ayrı bir sevinç ve güç kaynağıdır. Kimi kadın yazı yazar, resim yapar, kimisi modayı izler, özel giyinir, kimi kadın şarkı söyler, şiir yazar. Kimi kadın dans eder, kimisi çok nefis içli köfteler, baklavalar, börekler yapar, sanatçı yanını öyle sergiler. Kimi kadın, dostlarını, arkadaşlarını ‘gerçekten’ duyar, derdine ortak olur. Kadın, kendisine dayatılan yaşamı değil, kendi emeği ile oluşturduğu yaşamı yaşamak ister. Bu tarz bir yaşam isteği, kadının içsel zenginliğini, özgürlüğünü gösterirken, sevdiği insanlara sadakatini de kanıtlar!
Kadın da erkek de, üretmeyi sever.
Bu üretim, ister içli köfteyle kendisini göstersin, isterse bir yağlıboya resimle…İster duyarlı kulaklarla...Üretmeyen, üretemeyen insan depresyona girer. Kendisine güvenini kaybeder. Mutsuz olur. Elalemi suçlar durur!
Kadının tüm el becerilerinin yanısıra; bilgi ve deneyimlerini, aklını, fikrini sergilemesi, duyarlılıklarıyla var olması, anlamlı, coşkulu ve enerji dolu bir yaşam için uğraşması çok önemlidir. Kadın, kendi içindeki erkeği, erkek de, kendi içindeki kadını uyandırmalıdır!
-Erkekler ağlamaz!
-Aaaa oğlum sen erkeksin. Kızlar ağlar!
-Oğlum o eksik etek, sen erkeksin. Güçlü olmalısın!
-Amcası, oğul bu oğul…Hele baksana pipisine. Ne kadar büyük!
Ya da,
-Kadın dediğin evde oturur, kocasına, çocuklarına, kaynanasına hatta tüm sülaleye bakar!
-El alem ne der? Aile-aşiret-töremiz- şerefimiz-köyümüz?
-Koca evinden ancak cenazen çıkar.
-Gelinlikle gidersin, kefenle çıkarsın!
-Kızını dövmeyen, birgün dizini döver.
-Kız kısmı okuyup da, n’olacak? Kocası bir ekmek getirir elbet!
-Yuvayı dişi kuş yapar.
Gibi sözlerle büyüyen bir erkek ya da kız çocuğunun yetişkinlikte bocalaması, evlilikte veya beraberlikte kadının ağlama duvarı, erkeğin de, mapushane duvarı gibi olması ile -özellikle de göçmenlikte-, yabancı toplum ve kültürde, yaralar ortaya serilir.
Terapi seanslarında duygulanıp, ağlayan erkekler çoktur. Önceleri utanarak, suçluluk ve ezilmişlik içinde ağlarlar. Sanarlar ki ağlamak güçsüzlük. Bakarlar ki… Aslında ‘güç’; duygulanarak,,ağlamakta, ağlayabilmekte...! Erkekler ağladıkça, katı kurallarını-duvarlarını yıktılar. Böylece onlar, bu ağıtların insanca dökülmesi gereken, bastırılmış duygular olduğunu farkedip özgürleştiler. Gerçekten güçlü oldular.
İzlediğiniz, bu karı-koca özeline gelince:
Karısının yanında ağlayan erkeğe, kadın yeniden aşık oldu. Onun yumuşak ve çaresiz yanını gördü. Onu komşu kadın –Güllü ile- olan ilişkisinden dolayı sorgularken, öfkelense de, kıskansa da, yargılasa da... Anlamaya çalıştı. Erkek de kadına yeniden aşık oldu. Turan Bey’in varlığından korkmadı! Karısının cesur ve üretken yanını farketti. Erkek, kendisini mağdur yanıyla kabul etti. Kendisini samimi olarak anlamaya çalışan karısına hissettiklerini, onun yokluğunda yaşadıklarını, hissettiklerini, özellikle de, onu ve çocuklarını kaybetme korkularını cesaretle anlattı. Kadın da, kendisine güvenen kocasına, daha ilgili ve açık oldu. Bedenlerini de, duyguları gibi sağlıklı ve ortaklıkla anlamlı paylaştılar. Erkek, karısı cinselliğini kendisiyle beraber, dolu dolu yaşayınca daha bir mutlu oldu. Komşu kadın Güllü’yü bile aratmayan karısının cilveleriyle gururlandı bile! Kadın da, kocasının mutluluğuna öncelik tanırken, kendi isteklerini, cinselliğini açıkca ifade etmekten korkmamayı öğrendi.
Hem hastalar, hem çalışanlar değişiyoruz.
Irmaktaki su gibi seanslar akıp gidiyor.
Hiçbir terapötik görüşme aynı olmuyor.
Zaman gibi.
Bu öyküye başladığımdaki zaman, neredeydi şimdi nerde...
24 Ekim 2005 Temmuz
ESKİ ADANA:
KARABAŞ, ZÜMRÜT VE KINALI KIZ
Kusursuz dostlarımın asla dörtten az ayağı olmaz.
(1)
Adana deyince, “Kınalı Kız” gelir aklıma. Fırsat buldukça, pencerelerimizin tüllerini iştahla midesine indiren kınalıdan söz ediyorum!
Rahmetli annem hoşgörülüydü. Öyle ya...Hoşgörmemek mümkün mü? Ailenin süt, peynir, yoğurt ihtiyaçları Kınalı’dan sorulurdu. Ayrıca, Kınalı’nın ebesiydi annem! Şirin mi şirin oğlakları vardı, rengarenk. Tül perdelerin her yok oluşunda, annem:
-Bizim kız yine acıkmış, der ve yaz mevsimlerinde, soframızdan hiç eksik olmayan, kavun- karpuz kabuklarını, acele ikram ederdi, şenlikli türküleriyle, gülerek!
Evimiz kocaman tarlanın içinde, renkli yaratıklarla doluydu! Ne doğaldı herşey. Hergün taze yumurtalarını yediğimiz tavuklar, kovalamaca oynadığımız horozlar, onlarca güvercinler, bıldırcınlar, ördekler, ‘kabarama kabarama Kel Fatma’lar’ bahçede, minik minik gölleşen su birikintilerinden hop hop hoplayarak, karaya vuran kurbağalar...Peki, ya güvercinler? Onların hikayesi ise, bambaşka!
Mustafa ağabeyimin, onlarca güvercini barındırdığı bir güvercin dolabı vardı. Tutkundu güvercinlerine. Herbirinin özel isimleri vardı. Onlara, bazan - diğer ağabeylerimi-şikayet ederdi. Öyle ya...En büyük erkek çocuk olarak, kendinden sonra gelen erkek kardeşlerini kıskanırdı. Ticarete kafası iyi çalışırdı, o çocuk aklıyla... Güvercinleri birilerine satar, ama ne yapıp ne edip, geri alırdı sattıklarını. Hem de, kolayca-geriye paralarını ödemek zorunda kalmadan!
Galiba ağabeyimin ayrılık korkuları vardı...Ticaret, para onlar ayrı şeylerdi özünde. Korkularıyla ancak böyle başederdi. Nasıl mı?: Özel işaretlerle, güvercinleri, aynı gün ya da en geç ertesi gün eski yuvalarına yönlendirerek! Ve güvercinleri satın alanlar, öfkeyle gelip, hesap sorarlardı, n’oluyor diye! Ama Mustafa’nın ‘ben n’apayım onlar benden ayrılamıyorlarsa!’ sözüne de ister istemez kanarlardı. Ağabeyim, o kadar masum ve şirin görünürdü ki, kanmamak mümkün değildi. Ve müşteriler ödedikleri paradan vazgeçerek, aktı akacak -buğulu gözleriyle-, kendi dünyalarındaki, o güne dek dokun(a)madıkları yeni içgörüleriyle, ortadan kaybolurlardı. Galiba, ağabeyim farkına varmadan, onların da, bilinç dışı, tamamlan(a)mamış-bastırılmış ‘ayrılık’ ya da ‘beraberlik’ duygularını tetiklerdi...
Tavşanlar, tosbağalar, kertenkeleler, cırcır böcekleri, kediler, köpekler, kurbağalar...Uzaktan uzağa bizi keserek, azıklarını bekleyen tilkiler (annem onlara çok önemli konuk muamelesi yapardı hep), kocaman bahçemizin vazgeçilmez bekçileriydiler. ‘Mav mav’ diyerek peşimde dolanan, dışarda kalınca, yatak odamın penceresini yumruklayan Zümrüt’le, derin bir duygusal bağımız vardı. Özel sohbetlerimi onunla paylaşırdım. Masallar anlatırdım ona. Hatta bir keresinde Mustafa ağabeyim görmüştü de,
-Kız delimisin kendi kendine konuşuyorsun, diye, dalga geçmişti.
Kendisinin güvercinleriyle olan dertleşmelerini hatırlatınca da, ardına bakmadan kaçıvermişti. Duymak istemediği şeyleri duyunca, sıkılarak kaçışını, utangaçlıkla karışık şeytanlıkla masum gülüşünü, bugün gibi anımsarım.
Aldırmazdım kimseye. Kız çocuk olarak, aile içindeki yalnızlığımda, kendime keyifli bir dünya oluşturmuştum! Zümrüt, bacaklarıma dolanarak, okşanmak isteğini belli ederdi. Mırıl mırıl keyifle dinlerdi masallarımı. Sanki uydurduğum masalları içselleştirirdi, o buğulu gümüş gözleriyle, gözlerime bakarak! O arada boş durmazdı, bedenini yalar dururdu. Tüyleri simsiyahtı. Tertemizdi. Gıdısında beyaz bir tutam tüy vardı. O tüy, onun değerli kolyesiydi. O nedenle ona, Zümrüt dedik ya! Sadıktı. Öyle genel anlayış gibi, nankör bir kedi değildi! Onu, komşular çok ayartmaya çalışmışlardı, güzel pirzolalarla! Pas vermezdi hiç. Bizim evin keyfini terketmeyecek kadar akıllıydı çünkü. Annem etli yemek yaparken, ete uzaktan uzağa bakar, adeta, ‘bak ben dokunmuyorum’ ‘akıllı ve kibar bir kediyim’ mesajını verirdi. Karabaş’tan bile, daha sadıktı! Kucaklaşarak uyurlar, birbirlerini yalar dururlardı.
Vallahi doğru söylüyorum!
‘Kediyle köpek anlaşmaz!’ diye, kim dediyse, halt etmiş! Onların dostluklarına doyum olmazdı. Zaman zaman karşılıklı hırlaşırlar, ardından mırlanırlardı, koyun koyuna. Sanki, kırk yıllık evli, birbirlerini iyi tanıyan, monotonluklarından sıyrılmak için, dırdırlarla, cilveleşen karı-koca gibiydiler! Ta ki…Karabaş bizi terkedinceye dek!
Karabaş’a kırgınım hala!
Hergün, benimle okula gelir, okul bitimi, beni karşılar ve birliktr evimize dönerdik. İstasyonun esrarengiz ıssızlığından, tren raylarında kömür toplayan, kaytan bıyıklı, yakışıklı çingenelerin çapkın bakışlarından korurdu tüm çocuklara, eşlik ederek!
Yine öyle, sıradan bir gündü.
Ama sıradışı bir durum gelişti. O gün, o Salı günü, Karabaş gelmedi, okula. Belediye zehirledi sandık. Mahallenin tüm çöplerini karıştırdık, izine rastlarız diye. Üç hafta meraktan çatladık adeta! Artık umuduma tuz bastığım o Cumartesi öğleden sonra, Adana’nın Atatürk bulvarında Ayas’lı arkadaşım Eylül’le, Sun sinemasına giderken, ısrarlı ve tanıdık bir ‘hav hav’ duyduk. Şaştım...Baktım: Karabaş. İnan(a)madım! Kalbimin, yarış atı gibi hızla koşuşunu anımsıyorum, şu an.
Amerikalıların oturduğu apartmanın ikinci kat balkonundan sesleniyor bana. Belli...Onun da, heyecanı dorukta. Sırtında kenarı renkli boncuklarla süslü, patiska bir elbise, boynunda kırmızı bir fular! Kızamadım. Çok şirin görünüyordu. Gülmekten kırıldım haline. Uçarak çıktım merdivenlerden.
İncirlik Hava Üssünde çalışan bir Amerikalı aile sahiplenmiş Karabaş’ımızı. Özel odası, duvarda fotoğrafları, süslü ve rahat bir yatak. Oh! Gel keyfim gel. Nerde bizim bahçenin, kapısı kırık, tahta kulübesi, nerde o Amerikan lüksü! Yani anlayacağınız, bizim Karabaş’ın elinde, bir viski kadehi eksikti!
Yalvardılar, ‘çok sevdik n’olur almayın’, dediler...Üste para vermek istediler...Eh olur mu hiç! Adetlerimizde, yok öyle şey! ‘Herşey para değil’ dedik, bedavadan vazgeçtik Karabaş’ımızdan. Ertesi gün, ailece ‘vedalaşmak için, ziyaret ettik:
-‘Tamam tamam sizin olsun’ dedik.
Ama Karabaş’a da sorduk, orda gerçekten kalmak istiyor mu, diye! O da –köpek bu ya- o küçük burjuva lüksü bırakmak için, hiç çaba sarfetmedi. Kaldı. Hem de sırıtarak. Oysa, bilseydi filozofun dediğini, farklı olurdu belki.
-Ruhta ve bedende rahatlık olmadıkça, döşek rahat olmuş neye yarar?
Belli ki, özgürlüğünün tadını çıkardığı o kocaman bahçemizi unutuvermiş üç haftada!
Robinsonlar, İncirlik görevleri bitince, Karabaş’la beraber, Amerika’ya döndüler. Karabaş resimli, kartpostal bile yolladılar! Ailece hem kızdık hem sevindik!
Amerika ve Amerikalılarla ilgili politik ‘sömürge’ yorumunu, ilk kez o gün duydum, annemden. Hem de, politik olmadığını sandığım(ız) annemden!
Sonrası bulanık, anımsamıyorum.
Bilmem Adana’nın kırk yıl önceki yazlarını bilenleriniz var mı?
Dut ağaçlarında konaklayan cır cır böcekleri, bahçemizin vaz geçilmez, çok sesli senfoni orkestrasıydı. Ya o sivri sinekler...Cibinliksiz uyumak mümkün müydü? Yazık, yok olmuş o güzelim Ağustos orkestraları…
İşte o minik ev, tarlamız, annemin ektiği güzelim söğütler...Narlar, kavaklar...Şimdi oralar, o kadar başka ki! Bahçeye okul konmuş. Çevresine apartmanlar dikilmiş. Herşey son teknik…Hiçkimse cibinlik kullanmıyor. Belediye görevlileri, kimyasal ilaçlarla, sadece sivrisinekleri değil, o güzelim cır cır böceklerini, yüzlerce kelebekleri bile katletmişler. Oysa Sıdıka ve Arzu ile cır cırları şaşkınlıkla, nasıl da dinler, çocuk parmaklarımızla, onları sayabildiğimiz kadar usanmadan nasıl da, sayardık.
Ne büyük talihsizlik yoklukları!
Ya, ipek kozalarımız…Bahçemizdeki dişi dut ağacının yapraklarını, nasıl da özenle ikram ederdik, tırtıllarımıza...Ah, incir ağaçları… Ağaçlardan topladığımız sakızlar!
Altı yaşımda, evcilik oynarken ürkerek, annemin gözetiminde kucakladığım komşu bebekler büyümüşler, evlenmişler hatta bazıları boşanmışlar bile…Daha fazla bilgi edinmeye zaman olmadı…Bir dahaki ziyaretime sakladım gerisini. Arzu ile aynı yaş grubundaydık ama Sıdıka, galiba iki yaş küçüktü benden. Böyle bir ayrıntı anımsıyorum. Dört mevsim kısa pantolonla gezen, tombul-şirin bir ağabeyi, evlerinin önünde her Pazar beraber yüzdüğümüz mavi renk havuzları vardı. Birgün o gelir, birgün ben giderdim onlara. Yazları, piknik yapardık, narların altında. Annesiyle, annemin zeytinyağlı dolmalarını, Ayşekadın fasülyelerini, iştahla yerdik. Her yaz kilo alır, her kış geri verirdik! Peşimizden ayrılmayan ağabey Yavuz’u, ortası delik ikibuçuk kuruşla tavlar, incir toplatırdık ona, yemek üstü tatlı olarak. Dutları silkelerdi, minik ellerimizle tuttuğumuz, el dokuma savanlara. Son gidişimde, duydum ki, o güzel ev, apartman olmuş! Ne yazık...
Adana’da, senenin oniki ayında, sadece iki ay evlerin kapıları kapanırdı. Adana bu ya…Hem çok sıcak hem çok çapkın bir şehirdi. Bilmem eski çapkınlığı kaldı mı, şimdilerde? Her iş, her aş, bahçede yapılır, ailemizin önemli kararları bahçede alınırdı. ‘El alem’ kaygısı azdı. Bahçe o kadar kocaman ve ıssızdı ki…Meraklı kulakların bile duyması olanaksızdı. Ayaklarımızın altında dolanan meraklı kertenkeleleri saymazsak. Ah ne güzeldi o çocukluk…Hey….
Hay allah ne oluyor, bu özlem de, neyin nesi?
Sıdıka’nın dostluğunu, Arzu Kırgız’ın çekik gözlerini, Yavuz’un kızlar ordusuna olan hizmetlerini özlememek olanaksız! Kimbilir nerdeler? Kızkardeş özlemimi, galiba Sıdıka ve Arzu ile doldurdum! Oğlanlar arasında boğulur dururdum. Bıkmıştım gürültülü oyunlarından. Hele bir de, ellerinde futbol toplarıyla koşturan arkadaşları, ve elinde sapanla kuş avlayan Tombik Ahmet yok muydu! Tanrım…dayanılacak gibi değildi.
O renkli bahçede öğrenmiştim, bebeklerin nasıl doğduğunu. Rahmetli annem, kandırırdı beni:
-Leylekler getirdi seni!
Yaşım ilerleyince de,
-Fatma ebe getirdi, dedi.
Beni, ne leyleklerin, ne de Fatma ebenin getirmediğini, o büyümüş de, küçülmüş Semra ve Perran kardeşlerden öğrenince, günlerce küsmüştüm anneme.
Geçenlerde, 30 yıldan uzun bir aradan sonra, çocukluk arkadaşlarımla buluşmak üzere Adana’ya gittim. AYAS Kolejliler buluşurlarmış. Okul yazık ki mazi olmuş! Kapanmış...Bir hüzün ve heyecanla, soluğu Aynur’da aldım. Eh…Yeter ki bir kişi bul gelir gerisi. Nitekim öyle oldu. Aynur, Sevilay, Bilge, Gülümser…Ve diğerleri. Buluşma gecesine, ‘aman sende?’ düşüncesiyle katılmayanların izlerini de, dedektif heyecanıyla çok geçmeden buldum. Zahide’yi...Ne büyük değişiklikler Tanrım. Londra’daki; olgun, iş-güç sahibi, aklı başındaki, ben ordaki, aklı başındakileri, onları, çocukluğumdaki gibi ayartarak, yeniden onbir yaşında oldum! Olduk! Meğer, ne kadar da, özlemişiz ‘sorumsuz çocukluğumuzu’.
Seksenlerini kutlayan coğrafyacımızdan, altmışlarına sakin ve emin adımlarla ulaşan, cazibesini hala koruyan İngilizce öğretmenimize dek sarılmak, tüm eski haylazların profesör, doktor, bankacı, öğretmen olduklarına tanık olmak, ayrı bir sevinç oldu benim için! Özellikle de, okulun eski müdüresi Elizabeth’i, gümüş saçlarıyla çok daha çekici bulduğumu itiraf etmeliyim. Ya o genç yaştaki emekliler? Aynur, Sevilay…Neyse ki, enerjilerini gönüllü işlere adıyorlar.
Bağlılıklarım vardır insanlara, yörelere, o yörelerin çaylarına…Yemeklerine. Örneğin cam bardakta, Türk usulü çayı sadece Adana’da severim. Şalgamı Adana’da içmek, kebabı, şirdanı Adana’da yemek, harika bir duygudur…Üstelik, çocukluğumdaki şalgam tadı hala korunuyor tüm değişikliklere rağmen!
Dostlar sayesinde vardım tadına. Çukurova Üniversitesi, Ziraat Fakültesinin -eski haylazların Osman’ın, Ayzin’in...Profesör ve dekan oldukları- yetiştirdiği doğal, organik tadlardan birisi şalgam suyu. Ve daha neler neler…Bizim ‘kınalı kız’ sütleri, peynirleri, yoğurtları bile var! Yolunuz düşerse Baraj yoluna, o dükkana uğramadan dönmeyin...Üniversite dükkanlarında harika organik şeyler satılıyor, hem de sudan ucuza.
-Hey Aynur…Teşekkürler. Bir daha gelişimde yine isterim o harika şalgamdan!
Tabii kimi arkadaş şişmanlamış, kimisi gözlüklenmiş… Kimi torunlara karışmış! Kimisi ise, yazık ki, çok genç yaşta, ayrılmışlar yaşamdan! Zehiye, Seher ve başkaları.
-Allah rahmet eylesin! Li cümleler, çok garip ve acı bir gerçek! Birgün, -İnşallah uzak birgün- ardımdan ‘rahmet dileyecek’ eski dostlarımın olduğunu düşünmek, hem hüzünlü hem de huzurlu bir duygu.
Doğduğum yeri hiç görmedim.
Babamın bürokratik göreviyle bir dönem yaşanan bir yer. Gerçi ‘Adana’ yaşantısı yine babamın göreviyle oldu...Ama, çocukluğumun geçtiği Adana’yı hep doğduğum yer saydım! Oysa, sevmezdim hiç. Okula giderken, toplu taşımalardaki kalabalıklardaki bunaltıcı Adana sıcağında, ter kokulu bedenlerin anıları ağır basardı hep! Hani bir de o, ergenlik çağımızdaki, otobüslerdeki tacizci erkekler? Aman allah! Sürekli toplu iğne taşırdım, korunmak için!
Şimdi farklı mı? Galiba, gençler daha bir doyumlu. Erkekler daha bir farklı. Ya da ben yaşlandım. Kimsenin derdi değilim! Öyle ya: Yenge, teyze, hanım abla, oldum artık. Ergenlik bitti ya, hayat daha sakin ve güvenli!
‘Talih insana bütün nimetleri verse, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden birşeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır’ demiş filozofun birisi.
İşte, bu talihle donanmış hissettim kendimi, o tatilde, Adana’da.
Ve ilk kez Londra’ya dönmek istemedim. Ve, daha eski arkadaşlarımı, Sıdıka’yı, Arzu Kırgız’ı, bebeklerin dünyaya nasıl geldiğini öğrendiğim Perran’ı, Semra’yı, dut toplayan Yavuz’u, Zümrüt’ü kuş sanıp, ağacın tepesinde, tüfekle avlayan, günlerce sonra, ağlayarak ve ağlatarak, gerçeği itiraf eden,Tombik Ahmet’i, sonraki bir Adana ziyaretimde bulmak üzere, söz verdim kendime!
2002 Londra
www.google.com dan,‘hayvanlarla ilgili birkaç özlü söz’
(1)
Adana deyince, “Kınalı Kız” gelir aklıma. Fırsat buldukça, pencerelerimizin tüllerini iştahla midesine indiren kınalıdan söz ediyorum!
Rahmetli annem hoşgörülüydü. Öyle ya...Hoşgörmemek mümkün mü? Ailenin süt, peynir, yoğurt ihtiyaçları Kınalı’dan sorulurdu. Ayrıca, Kınalı’nın ebesiydi annem! Şirin mi şirin oğlakları vardı, rengarenk. Tül perdelerin her yok oluşunda, annem:
-Bizim kız yine acıkmış, der ve yaz mevsimlerinde, soframızdan hiç eksik olmayan, kavun- karpuz kabuklarını, acele ikram ederdi, şenlikli türküleriyle, gülerek!
Evimiz kocaman tarlanın içinde, renkli yaratıklarla doluydu! Ne doğaldı herşey. Hergün taze yumurtalarını yediğimiz tavuklar, kovalamaca oynadığımız horozlar, onlarca güvercinler, bıldırcınlar, ördekler, ‘kabarama kabarama Kel Fatma’lar’ bahçede, minik minik gölleşen su birikintilerinden hop hop hoplayarak, karaya vuran kurbağalar...Peki, ya güvercinler? Onların hikayesi ise, bambaşka!
Mustafa ağabeyimin, onlarca güvercini barındırdığı bir güvercin dolabı vardı. Tutkundu güvercinlerine. Herbirinin özel isimleri vardı. Onlara, bazan - diğer ağabeylerimi-şikayet ederdi. Öyle ya...En büyük erkek çocuk olarak, kendinden sonra gelen erkek kardeşlerini kıskanırdı. Ticarete kafası iyi çalışırdı, o çocuk aklıyla... Güvercinleri birilerine satar, ama ne yapıp ne edip, geri alırdı sattıklarını. Hem de, kolayca-geriye paralarını ödemek zorunda kalmadan!
Galiba ağabeyimin ayrılık korkuları vardı...Ticaret, para onlar ayrı şeylerdi özünde. Korkularıyla ancak böyle başederdi. Nasıl mı?: Özel işaretlerle, güvercinleri, aynı gün ya da en geç ertesi gün eski yuvalarına yönlendirerek! Ve güvercinleri satın alanlar, öfkeyle gelip, hesap sorarlardı, n’oluyor diye! Ama Mustafa’nın ‘ben n’apayım onlar benden ayrılamıyorlarsa!’ sözüne de ister istemez kanarlardı. Ağabeyim, o kadar masum ve şirin görünürdü ki, kanmamak mümkün değildi. Ve müşteriler ödedikleri paradan vazgeçerek, aktı akacak -buğulu gözleriyle-, kendi dünyalarındaki, o güne dek dokun(a)madıkları yeni içgörüleriyle, ortadan kaybolurlardı. Galiba, ağabeyim farkına varmadan, onların da, bilinç dışı, tamamlan(a)mamış-bastırılmış ‘ayrılık’ ya da ‘beraberlik’ duygularını tetiklerdi...
Tavşanlar, tosbağalar, kertenkeleler, cırcır böcekleri, kediler, köpekler, kurbağalar...Uzaktan uzağa bizi keserek, azıklarını bekleyen tilkiler (annem onlara çok önemli konuk muamelesi yapardı hep), kocaman bahçemizin vazgeçilmez bekçileriydiler. ‘Mav mav’ diyerek peşimde dolanan, dışarda kalınca, yatak odamın penceresini yumruklayan Zümrüt’le, derin bir duygusal bağımız vardı. Özel sohbetlerimi onunla paylaşırdım. Masallar anlatırdım ona. Hatta bir keresinde Mustafa ağabeyim görmüştü de,
-Kız delimisin kendi kendine konuşuyorsun, diye, dalga geçmişti.
Kendisinin güvercinleriyle olan dertleşmelerini hatırlatınca da, ardına bakmadan kaçıvermişti. Duymak istemediği şeyleri duyunca, sıkılarak kaçışını, utangaçlıkla karışık şeytanlıkla masum gülüşünü, bugün gibi anımsarım.
Aldırmazdım kimseye. Kız çocuk olarak, aile içindeki yalnızlığımda, kendime keyifli bir dünya oluşturmuştum! Zümrüt, bacaklarıma dolanarak, okşanmak isteğini belli ederdi. Mırıl mırıl keyifle dinlerdi masallarımı. Sanki uydurduğum masalları içselleştirirdi, o buğulu gümüş gözleriyle, gözlerime bakarak! O arada boş durmazdı, bedenini yalar dururdu. Tüyleri simsiyahtı. Tertemizdi. Gıdısında beyaz bir tutam tüy vardı. O tüy, onun değerli kolyesiydi. O nedenle ona, Zümrüt dedik ya! Sadıktı. Öyle genel anlayış gibi, nankör bir kedi değildi! Onu, komşular çok ayartmaya çalışmışlardı, güzel pirzolalarla! Pas vermezdi hiç. Bizim evin keyfini terketmeyecek kadar akıllıydı çünkü. Annem etli yemek yaparken, ete uzaktan uzağa bakar, adeta, ‘bak ben dokunmuyorum’ ‘akıllı ve kibar bir kediyim’ mesajını verirdi. Karabaş’tan bile, daha sadıktı! Kucaklaşarak uyurlar, birbirlerini yalar dururlardı.
Vallahi doğru söylüyorum!
‘Kediyle köpek anlaşmaz!’ diye, kim dediyse, halt etmiş! Onların dostluklarına doyum olmazdı. Zaman zaman karşılıklı hırlaşırlar, ardından mırlanırlardı, koyun koyuna. Sanki, kırk yıllık evli, birbirlerini iyi tanıyan, monotonluklarından sıyrılmak için, dırdırlarla, cilveleşen karı-koca gibiydiler! Ta ki…Karabaş bizi terkedinceye dek!
Karabaş’a kırgınım hala!
Hergün, benimle okula gelir, okul bitimi, beni karşılar ve birliktr evimize dönerdik. İstasyonun esrarengiz ıssızlığından, tren raylarında kömür toplayan, kaytan bıyıklı, yakışıklı çingenelerin çapkın bakışlarından korurdu tüm çocuklara, eşlik ederek!
Yine öyle, sıradan bir gündü.
Ama sıradışı bir durum gelişti. O gün, o Salı günü, Karabaş gelmedi, okula. Belediye zehirledi sandık. Mahallenin tüm çöplerini karıştırdık, izine rastlarız diye. Üç hafta meraktan çatladık adeta! Artık umuduma tuz bastığım o Cumartesi öğleden sonra, Adana’nın Atatürk bulvarında Ayas’lı arkadaşım Eylül’le, Sun sinemasına giderken, ısrarlı ve tanıdık bir ‘hav hav’ duyduk. Şaştım...Baktım: Karabaş. İnan(a)madım! Kalbimin, yarış atı gibi hızla koşuşunu anımsıyorum, şu an.
Amerikalıların oturduğu apartmanın ikinci kat balkonundan sesleniyor bana. Belli...Onun da, heyecanı dorukta. Sırtında kenarı renkli boncuklarla süslü, patiska bir elbise, boynunda kırmızı bir fular! Kızamadım. Çok şirin görünüyordu. Gülmekten kırıldım haline. Uçarak çıktım merdivenlerden.
İncirlik Hava Üssünde çalışan bir Amerikalı aile sahiplenmiş Karabaş’ımızı. Özel odası, duvarda fotoğrafları, süslü ve rahat bir yatak. Oh! Gel keyfim gel. Nerde bizim bahçenin, kapısı kırık, tahta kulübesi, nerde o Amerikan lüksü! Yani anlayacağınız, bizim Karabaş’ın elinde, bir viski kadehi eksikti!
Yalvardılar, ‘çok sevdik n’olur almayın’, dediler...Üste para vermek istediler...Eh olur mu hiç! Adetlerimizde, yok öyle şey! ‘Herşey para değil’ dedik, bedavadan vazgeçtik Karabaş’ımızdan. Ertesi gün, ailece ‘vedalaşmak için, ziyaret ettik:
-‘Tamam tamam sizin olsun’ dedik.
Ama Karabaş’a da sorduk, orda gerçekten kalmak istiyor mu, diye! O da –köpek bu ya- o küçük burjuva lüksü bırakmak için, hiç çaba sarfetmedi. Kaldı. Hem de sırıtarak. Oysa, bilseydi filozofun dediğini, farklı olurdu belki.
-Ruhta ve bedende rahatlık olmadıkça, döşek rahat olmuş neye yarar?
Belli ki, özgürlüğünün tadını çıkardığı o kocaman bahçemizi unutuvermiş üç haftada!
Robinsonlar, İncirlik görevleri bitince, Karabaş’la beraber, Amerika’ya döndüler. Karabaş resimli, kartpostal bile yolladılar! Ailece hem kızdık hem sevindik!
Amerika ve Amerikalılarla ilgili politik ‘sömürge’ yorumunu, ilk kez o gün duydum, annemden. Hem de, politik olmadığını sandığım(ız) annemden!
Sonrası bulanık, anımsamıyorum.
Bilmem Adana’nın kırk yıl önceki yazlarını bilenleriniz var mı?
Dut ağaçlarında konaklayan cır cır böcekleri, bahçemizin vaz geçilmez, çok sesli senfoni orkestrasıydı. Ya o sivri sinekler...Cibinliksiz uyumak mümkün müydü? Yazık, yok olmuş o güzelim Ağustos orkestraları…
İşte o minik ev, tarlamız, annemin ektiği güzelim söğütler...Narlar, kavaklar...Şimdi oralar, o kadar başka ki! Bahçeye okul konmuş. Çevresine apartmanlar dikilmiş. Herşey son teknik…Hiçkimse cibinlik kullanmıyor. Belediye görevlileri, kimyasal ilaçlarla, sadece sivrisinekleri değil, o güzelim cır cır böceklerini, yüzlerce kelebekleri bile katletmişler. Oysa Sıdıka ve Arzu ile cır cırları şaşkınlıkla, nasıl da dinler, çocuk parmaklarımızla, onları sayabildiğimiz kadar usanmadan nasıl da, sayardık.
Ne büyük talihsizlik yoklukları!
Ya, ipek kozalarımız…Bahçemizdeki dişi dut ağacının yapraklarını, nasıl da özenle ikram ederdik, tırtıllarımıza...Ah, incir ağaçları… Ağaçlardan topladığımız sakızlar!
Altı yaşımda, evcilik oynarken ürkerek, annemin gözetiminde kucakladığım komşu bebekler büyümüşler, evlenmişler hatta bazıları boşanmışlar bile…Daha fazla bilgi edinmeye zaman olmadı…Bir dahaki ziyaretime sakladım gerisini. Arzu ile aynı yaş grubundaydık ama Sıdıka, galiba iki yaş küçüktü benden. Böyle bir ayrıntı anımsıyorum. Dört mevsim kısa pantolonla gezen, tombul-şirin bir ağabeyi, evlerinin önünde her Pazar beraber yüzdüğümüz mavi renk havuzları vardı. Birgün o gelir, birgün ben giderdim onlara. Yazları, piknik yapardık, narların altında. Annesiyle, annemin zeytinyağlı dolmalarını, Ayşekadın fasülyelerini, iştahla yerdik. Her yaz kilo alır, her kış geri verirdik! Peşimizden ayrılmayan ağabey Yavuz’u, ortası delik ikibuçuk kuruşla tavlar, incir toplatırdık ona, yemek üstü tatlı olarak. Dutları silkelerdi, minik ellerimizle tuttuğumuz, el dokuma savanlara. Son gidişimde, duydum ki, o güzel ev, apartman olmuş! Ne yazık...
Adana’da, senenin oniki ayında, sadece iki ay evlerin kapıları kapanırdı. Adana bu ya…Hem çok sıcak hem çok çapkın bir şehirdi. Bilmem eski çapkınlığı kaldı mı, şimdilerde? Her iş, her aş, bahçede yapılır, ailemizin önemli kararları bahçede alınırdı. ‘El alem’ kaygısı azdı. Bahçe o kadar kocaman ve ıssızdı ki…Meraklı kulakların bile duyması olanaksızdı. Ayaklarımızın altında dolanan meraklı kertenkeleleri saymazsak. Ah ne güzeldi o çocukluk…Hey….
Hay allah ne oluyor, bu özlem de, neyin nesi?
Sıdıka’nın dostluğunu, Arzu Kırgız’ın çekik gözlerini, Yavuz’un kızlar ordusuna olan hizmetlerini özlememek olanaksız! Kimbilir nerdeler? Kızkardeş özlemimi, galiba Sıdıka ve Arzu ile doldurdum! Oğlanlar arasında boğulur dururdum. Bıkmıştım gürültülü oyunlarından. Hele bir de, ellerinde futbol toplarıyla koşturan arkadaşları, ve elinde sapanla kuş avlayan Tombik Ahmet yok muydu! Tanrım…dayanılacak gibi değildi.
O renkli bahçede öğrenmiştim, bebeklerin nasıl doğduğunu. Rahmetli annem, kandırırdı beni:
-Leylekler getirdi seni!
Yaşım ilerleyince de,
-Fatma ebe getirdi, dedi.
Beni, ne leyleklerin, ne de Fatma ebenin getirmediğini, o büyümüş de, küçülmüş Semra ve Perran kardeşlerden öğrenince, günlerce küsmüştüm anneme.
Geçenlerde, 30 yıldan uzun bir aradan sonra, çocukluk arkadaşlarımla buluşmak üzere Adana’ya gittim. AYAS Kolejliler buluşurlarmış. Okul yazık ki mazi olmuş! Kapanmış...Bir hüzün ve heyecanla, soluğu Aynur’da aldım. Eh…Yeter ki bir kişi bul gelir gerisi. Nitekim öyle oldu. Aynur, Sevilay, Bilge, Gülümser…Ve diğerleri. Buluşma gecesine, ‘aman sende?’ düşüncesiyle katılmayanların izlerini de, dedektif heyecanıyla çok geçmeden buldum. Zahide’yi...Ne büyük değişiklikler Tanrım. Londra’daki; olgun, iş-güç sahibi, aklı başındaki, ben ordaki, aklı başındakileri, onları, çocukluğumdaki gibi ayartarak, yeniden onbir yaşında oldum! Olduk! Meğer, ne kadar da, özlemişiz ‘sorumsuz çocukluğumuzu’.
Seksenlerini kutlayan coğrafyacımızdan, altmışlarına sakin ve emin adımlarla ulaşan, cazibesini hala koruyan İngilizce öğretmenimize dek sarılmak, tüm eski haylazların profesör, doktor, bankacı, öğretmen olduklarına tanık olmak, ayrı bir sevinç oldu benim için! Özellikle de, okulun eski müdüresi Elizabeth’i, gümüş saçlarıyla çok daha çekici bulduğumu itiraf etmeliyim. Ya o genç yaştaki emekliler? Aynur, Sevilay…Neyse ki, enerjilerini gönüllü işlere adıyorlar.
Bağlılıklarım vardır insanlara, yörelere, o yörelerin çaylarına…Yemeklerine. Örneğin cam bardakta, Türk usulü çayı sadece Adana’da severim. Şalgamı Adana’da içmek, kebabı, şirdanı Adana’da yemek, harika bir duygudur…Üstelik, çocukluğumdaki şalgam tadı hala korunuyor tüm değişikliklere rağmen!
Dostlar sayesinde vardım tadına. Çukurova Üniversitesi, Ziraat Fakültesinin -eski haylazların Osman’ın, Ayzin’in...Profesör ve dekan oldukları- yetiştirdiği doğal, organik tadlardan birisi şalgam suyu. Ve daha neler neler…Bizim ‘kınalı kız’ sütleri, peynirleri, yoğurtları bile var! Yolunuz düşerse Baraj yoluna, o dükkana uğramadan dönmeyin...Üniversite dükkanlarında harika organik şeyler satılıyor, hem de sudan ucuza.
-Hey Aynur…Teşekkürler. Bir daha gelişimde yine isterim o harika şalgamdan!
Tabii kimi arkadaş şişmanlamış, kimisi gözlüklenmiş… Kimi torunlara karışmış! Kimisi ise, yazık ki, çok genç yaşta, ayrılmışlar yaşamdan! Zehiye, Seher ve başkaları.
-Allah rahmet eylesin! Li cümleler, çok garip ve acı bir gerçek! Birgün, -İnşallah uzak birgün- ardımdan ‘rahmet dileyecek’ eski dostlarımın olduğunu düşünmek, hem hüzünlü hem de huzurlu bir duygu.
Doğduğum yeri hiç görmedim.
Babamın bürokratik göreviyle bir dönem yaşanan bir yer. Gerçi ‘Adana’ yaşantısı yine babamın göreviyle oldu...Ama, çocukluğumun geçtiği Adana’yı hep doğduğum yer saydım! Oysa, sevmezdim hiç. Okula giderken, toplu taşımalardaki kalabalıklardaki bunaltıcı Adana sıcağında, ter kokulu bedenlerin anıları ağır basardı hep! Hani bir de o, ergenlik çağımızdaki, otobüslerdeki tacizci erkekler? Aman allah! Sürekli toplu iğne taşırdım, korunmak için!
Şimdi farklı mı? Galiba, gençler daha bir doyumlu. Erkekler daha bir farklı. Ya da ben yaşlandım. Kimsenin derdi değilim! Öyle ya: Yenge, teyze, hanım abla, oldum artık. Ergenlik bitti ya, hayat daha sakin ve güvenli!
‘Talih insana bütün nimetleri verse, onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden birşeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır’ demiş filozofun birisi.
İşte, bu talihle donanmış hissettim kendimi, o tatilde, Adana’da.
Ve ilk kez Londra’ya dönmek istemedim. Ve, daha eski arkadaşlarımı, Sıdıka’yı, Arzu Kırgız’ı, bebeklerin dünyaya nasıl geldiğini öğrendiğim Perran’ı, Semra’yı, dut toplayan Yavuz’u, Zümrüt’ü kuş sanıp, ağacın tepesinde, tüfekle avlayan, günlerce sonra, ağlayarak ve ağlatarak, gerçeği itiraf eden,Tombik Ahmet’i, sonraki bir Adana ziyaretimde bulmak üzere, söz verdim kendime!
2002 Londra
www.google.com dan,‘hayvanlarla ilgili birkaç özlü söz’
İSTANBUL SEVDASI LONDRA GERÇEĞİ
Bu dünyada mutlu olan insanlar; ayağa kalkıp istedikleri koşulları arayan, bulamazlarsa da yaratan insanlardır.
Bernards Shaw (1)
İnce belli-yaldızlı-cam bardaklarla içtiğimiz, İstanbul kokan Rize’li çaylarımız…Bizim apartmanın köşesindeki fırından aldığımız, buharla, küncülerin birbirine karıştığı Ramazan pidelerimiz…Fırının hemen ardındaki, Diyarbakır’lı-yakışıklı, esmer- bıyıkaltı gülümseyen manavın; çift göbekli domatesleri...
Ah nerdeee o Rize’li çaylar…O taptaze küncülü pideler, o mis kokulu göbekli domatesler kadar lezzetli, evimizden biri olduğuna inandığımız, Türkan Şoray’lı, Fatma Girik’li, Yılmaz Güney’li, Fikret Hakan’lı hatta Muhterem Nur, Leyla Sayar, Danyal Topatan ve Erol Taş’lı filimler (ehhh…anladığınız gibi ben o dönemin neslinden geliyorum), yoksulluğun kurbanı olup, opera sanatçısı olamayan, tok ve cazip: ‘Kaymaaak geeeldiii’ diyen gür sesiyle; ev işlerinden-koca dırdırlarından bunalan, mahallenin cilveli kadınlarının yüreklerini heyecanla hoplatan, o “dondurmacı Halil”, nerdeee…diye söylenmeden, duramayız Londra’da.
Ya o; Sarıyer’li olduğunu iddia eden, ama Doğunun, yani Munzur’un tüm esrarengizliğini, serinliğini ve derinliğini sakl(aya)madan, hala taşıyan çapkın mahalle kuaförü? Ve o, Sarıyerli Kuaför salonundaki dedikodularımız? Ve sonra, öfkeyle konuştuklarımızla karşılaşınca; övdüğümüz, övdüklerimiz kaybolunca; onları diğerleriyle çekiştirdiğimiz, “adrenalin yükselten” o lezzetli dedikodular, ahh nerdeee, diye sıklıkla anarız, Ortaköy’ü, Sarıyer’i, Merter’i, Bakırköy’ü, Aksaray’ı, Çağlayan’ı, Küçükköy ve Okmeydanı, tutkulu özlemle!
Ya o, Taksim, Sular İdaresi önündeki, -boynu bükük-öksüz çocuklar gibi-, sol yanı kırık, suyu akmayan çeşme önünde kitap satarken ki, coşkulu ve korkulu, ‘illegal’ politik sohbetlerimiz! Karşıt görüş saldırılarına karşı, arka planda sakladığımız o minik ama güçlü kızılcık sopalar...Travestilerin ardından fırlatılan, çapkınlıkla karışık, utanç ve şaşkınlık dolu bakışlara, sözlü saldırılara, ‘insanca’ isyanlar. Ve her Cumartesi sabah sohbetleri ardından, illede Saray Muhalebicisinin, Osmanlı tadındaki, harika su börekleri. Ve Saray’ın, hemen ilerisindeki İnci pastanesi ve çikolatası keskin profiterolleri yemeden, Beyoğlunu geç(e)memek...Sıcak çikolatalardan sonraki suçluluk dolu ruh halimizle birlikte mutluluk dolu duygularımız…Ahhh…Nerde?
Peki ya, o Çağlayan’a doğru giden yolda, hani canım o Şişli Camii önünde, iddia uğruna, sözüm ona gırgırına, annelerimizin göz nuruyla işledikleri, ucu oyalı mendillerimizi açarak topladığımız bozukluklar…Ve o bozukluklarla, içilen keyifli demli çayların kahvehane kokusu ile karışık, acımsı-buruk tadı! Ve ailelerden habersiz, çoğu günler yoksul, her ayın başında, birgün de olsa lüks yaşadığımız, Üniversite yıllarımız…
Dumanaltı zeminlerde, kantin sohbetlerimiz…Politik, sosyal ve psikolojik tartışmalarımız…Kendimizden başka, herkesi kurtarma arzularımız, kendimizden başkasının fikrine katılmama durumlarımız! Bu durumlar ve arzular çerçevesindeki uzlaşmaz fikir ayrılıklarımız-dargınlıklarımız ve yine de, vazgeçmediğimiz dostluklarımız, kaçamak, gürültülü diskotekler, Londra’da önemli-nostaljik konularımızdır.
Londra yaşamı, kendileri ya da sevdikleri için çalışan, ailesine ilişkin sorumlulukları, eş, dost ve akrabaları olan biz, ‘kadınlar’ için, kolay bir kent değildir. Hem, caziptir, hem itici! Hem, el alemden uzaklaştığımız (!) bir dinlence yeri, hem de, Türkiye tatillerini özleten, Mehmet Efendi kahvesi, çifte kavrulmuş, şamfıstıklı Hacı Şakir lokumlarıyla, yorgunluk giderdiğimiz bir mekandır! Sürekli yarışırız, zamanla!
Çocukları okula götürmek ve getirmek...Aile-öğretmen toplantıları, kızın bale kursu, oğlanın folklörü, büyük kızın sınavı, doktor, okul aile birliği ve belediye randevüleri...Bankaya koştur, arkadaşın doğum gününe armağan yetiştir, ‘aman ucuzluk var-sakın kaçırma, şimdiden valizini, Türkiye armağanları için doldur’...Derken, yarış atından farksız koşarız...Söylenerek...Ama vazgeçmeyiz! Durmaksızın çalışırız. İşte bu durum, Türkiye’den farkımızdır. Orada çalışmamanın felsefesini yapanlar, burada tam tersini üretirler!
Hem sever, hem nefret ederiz!
Öfkelerimiz bitmez!
Ama bir ortak noktamız vardır hepimizin Londra’ya özgü!
Bık(a)mayız!
Gizli yaşanan, bir aşk gibidir Londra! Mıknatıs gibidir. Çeker kendine bizi. Hatta zaman zaman inanılmaz bir İstanbul tadında...!
Londra’da, İstanbul ararız.
Sanki oradaymışcasına, semaverle demlenen çaylar yudumlarız! İstanbul’a tatile gidince, mutlu oluruz. Ancak ne hikmetse; yıllar yıllara eklendikçe, bu kez de, İstanbul’da, Londra’yı aramaya ve yaşamaya…Hatta sütlü, İngiliz çaylarını-uyduruk kahvelerini bile özlemeye başlarız!
-Akrabalar hep hediye bekliyorlar.
-Vallahi bıktım. Üstelik hediyeleri de, beğendiremiyorsun kardeşim
-Bizi Londra’da zengin sanıyorlar.
-Burda Türk, Kıbrıslı ya da Kürt…Orda Londralı…Meğer ne çok değişmişim...Gidince anladım.
-Sanki para ekiyorum, benden tek bekledikleri şey para, para...
Londra’da yalnızlıktan şikayetçi olanlar, bu kez;
-İnsanlar çok içiçeler…Çat kapı geliyorlar canım. Olurmu canım? İnsan bir telefon eder kardeşim! Yoruldum, yeniden bir tatile ihtiyacım var, gibi söylenmelere başlarız.
Yalnızca mutlu değil, mutsuz da oluruz, her tatil öncesi ve sonrasında. Derken başlarız başka ülkelerde tatiller geçirmeye…Ama gönlümüz yine de, ailemizin, analarımızın, babalarımızın, nenelerimizin, dedelerimizin, kardeşlerimizin ve eski dostlarımızın yaşadıkları ya da toprak oldukları ‘orda….’ O köydedir...Ülkemizdedir. Onları, o sevdiklerimizi, hatta sevmediklerimizi, öfkelendiklerimizi bile özleriz. Toprak oldularsa eğer, mezarlıklar gezeriz, elimizde bir demet çiçekle, binbir türlü ritüellerle. Yaşarken itiraf edilemeyen dostluk dolu duygular sunarız!
Bugün evde çalışmaya karar verdim.
Yazılması gereken raporlar, tamamlanması gereken ödevler var. (Bu arada, yeni bir konu ile tekrar üniversite öğrencisi olmaya karar verdim de! Londra yaşamı, başka türlü nasıl geçer ki?!!).
İşime, İngiliz usulü ama Kolombiya kökenli bir kahve molası verdiğimde, haberleri dinlemek üzere, yine bir İngiliz televizyon kanalının düğmesini çevirdim. Bir baktım, BBC’de, bir İstanbul programı. Sanki de sezdim...İstanbul minarelerine ve derin boğaz maviliğine, öylesine ansızın yakalandım ki, gözlerim doldu-taştı; şaştığım bir doğallıkla! Hüzünlendim. Ve başladım programı izlemeye: Bir İngiliz ailesine, yatırım amacıyla, ev satın alımında yardım eden bir başka İngiliz emlakçı ve bir TV programcısı, tüm İstanbul’u dolaşıyor. Anadolu yakasından, Avrupa yakasına dek! Sade Anadolu lokantalarından en lüks otel restoranlara dek!
Her dolaştıkları yerin, her yedikleri yemeğin, her satın almak istedikleri şeylerin fiatını, Türk lirasından, İngiliz parasına çevirerek, paralarının ne çok işe yaradığı ile övünerek dolaşıyorlar. Dünyanın en eski çarşısı olan, kapalı çarşıyı, zevkle-saatlerce, dolaşıyorlar. Bana; Londra’daki, yaşamla olan yarışımı hatırlatırcasına! Ve ikide bir, ‘ay ne ucuz bu, doğrusu, hiç kaçırılmaz’ diyerek.
Ve ben gözyaşlarımın, yıkıcı baruta, ardından öfkeye dönüştüğünü hayretle görüyorum. Birden, hayretle tüm-yok sandığım- milliyetçi damarlarımın kabardığını hissediyorum. Allah allah, bu ben miyim? Benim için, hala çok pahalı olan şeylerin onlar için çok ucuz olmasını, ‘Türkiye artık Avrupalı oluyor, fırsat bu fırsat’ temelindeki, ‘çıkarcı’ yaklaşımları hazmedemiyorum. Kısacası sizin de, anladığınız gibi, programdaki; İstanbul’un en can alıcı, en cilveli semtinden ev alma gücü olan, bu İngiliz ‘karı-kocayı’ kıskanıyorum!
Yazacağım raporları, düşünmem gereken ödevleri unutuveriyorum bir an! Dedim ya…Barut gibiyim. Kıskançlık duygularımın hasetliğe dönüşme sürecini, sanki bir ‘yabancı’ gibi izliyorum. Ama neyseki kendime geliyorum hemen! Kıskançlığımın farkındayım. Hemen, (galiba, kendimi rahatlatmak için, sağlıklı savunma mekanizmasıyla) kendimi, koşullarımı ve ardından sahip olamadıklarımla beraber, sahip olduklarımı da, tek tek düşünmeye başlıyorum. Ve gülümsüyorum.
Ah…İSTANBUL…İSTANBUL…Ne çok dostluklar oluşturduğum, ne ilginç düşmanlıklarla, ayrı kaldığım, ama hiç bıkmadığım, zaman zaman, ‘tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış’ misali, kendisine darıldığım, her tatile gittiğimde, barışıp yeniden aşık olduğum, her seferinde, bambaşka eski ve güçlü taşlarla dolu yokuşlarını keşfettiğim İstanbul! Ah…İstanbul…Neden senden bu kadar uzaktayım ki!
HAYIR…Dostum, hayır…Ben oralıyım. İSTANBULLU…Ama hani ben Adana’lıydım! Birden bire, somurtuyorum. Oraya taşınmak, yeniden- gerçekten İstanbullu olmak, güçlü bir enerjiyle, Londra’dan KAÇMAK istiyorum. Ve bir çok göçmen gibi ‘AH ÜLKEM nerdesin?’ derken, onu özlemle ararken, birden bire, şimdi-burada, içinde yaşadığım Londra’yı yitirme duygularıyla sarsılıyorum. Ve birden-hızla-garip bir biçimde, özlemlerimden vazgeçip, şimdi-burada içinde bulunduğum şu anıma, Londra’ya sarılıyorum!
Ben anlaşılan Londra’lıyım.
-Londra, benim; ben Londra’nın bir parçasıyım.
-Çok emek verdim.
-Duygularım, dostluklarım, parklarındaki ıhlamur ağaçlarına yaslanarak döktüğüm göz yaşlarım!
-Nasıl ayrılırım buradan? Sana nasıl ihanet ederim ki, kaygılarıyla…Hüzünlerimle yüzleşerek, baş etmeye çalışıyorum.
Kısacası dostlar…Bu ikircikli duygularımla yaşamak, bu duygularımla dengede kalmak uğraşı veriyorum. ‘Kalmak mı zor gitmek mi’, hala bilemiyorum. Ama Londra’da yaşadığım; ülkemi, özellikle de, İstanbul’u, artık cesaretle özlediğim, özlemlerimle dolu dolu hüzünlenebildiğim, karşı koymadan ağlayabildiğim için, seviniyorum.
Hani o kırgınlıklar, hani o hiç bitmeyeceğini sandığım öfkeler hatta yaşanmış ya da yaşanamamış tüm aşklar, yarım kalan arkadaşlıklar, öyle bir geride kaldı ki!
Mutluyum.
Seviyorum.
Seviniyorum.
Bu duygulardan daha zengin ne olabilir ki!
Yeniden gülümsüyor ve raporlarıma, bitirmem gereken ödevlerime dönüyorum, İstanbul tadında-İstanbul kokulu, çocukluğumun Adana’sını yadsımadan, Londralı olmanın hüzünlü bir keyfiyle…
Kaynakça
1) www.vishne.net
Londra, 10 Aralık 2005
Bernards Shaw (1)
İnce belli-yaldızlı-cam bardaklarla içtiğimiz, İstanbul kokan Rize’li çaylarımız…Bizim apartmanın köşesindeki fırından aldığımız, buharla, küncülerin birbirine karıştığı Ramazan pidelerimiz…Fırının hemen ardındaki, Diyarbakır’lı-yakışıklı, esmer- bıyıkaltı gülümseyen manavın; çift göbekli domatesleri...
Ah nerdeee o Rize’li çaylar…O taptaze küncülü pideler, o mis kokulu göbekli domatesler kadar lezzetli, evimizden biri olduğuna inandığımız, Türkan Şoray’lı, Fatma Girik’li, Yılmaz Güney’li, Fikret Hakan’lı hatta Muhterem Nur, Leyla Sayar, Danyal Topatan ve Erol Taş’lı filimler (ehhh…anladığınız gibi ben o dönemin neslinden geliyorum), yoksulluğun kurbanı olup, opera sanatçısı olamayan, tok ve cazip: ‘Kaymaaak geeeldiii’ diyen gür sesiyle; ev işlerinden-koca dırdırlarından bunalan, mahallenin cilveli kadınlarının yüreklerini heyecanla hoplatan, o “dondurmacı Halil”, nerdeee…diye söylenmeden, duramayız Londra’da.
Ya o; Sarıyer’li olduğunu iddia eden, ama Doğunun, yani Munzur’un tüm esrarengizliğini, serinliğini ve derinliğini sakl(aya)madan, hala taşıyan çapkın mahalle kuaförü? Ve o, Sarıyerli Kuaför salonundaki dedikodularımız? Ve sonra, öfkeyle konuştuklarımızla karşılaşınca; övdüğümüz, övdüklerimiz kaybolunca; onları diğerleriyle çekiştirdiğimiz, “adrenalin yükselten” o lezzetli dedikodular, ahh nerdeee, diye sıklıkla anarız, Ortaköy’ü, Sarıyer’i, Merter’i, Bakırköy’ü, Aksaray’ı, Çağlayan’ı, Küçükköy ve Okmeydanı, tutkulu özlemle!
Ya o, Taksim, Sular İdaresi önündeki, -boynu bükük-öksüz çocuklar gibi-, sol yanı kırık, suyu akmayan çeşme önünde kitap satarken ki, coşkulu ve korkulu, ‘illegal’ politik sohbetlerimiz! Karşıt görüş saldırılarına karşı, arka planda sakladığımız o minik ama güçlü kızılcık sopalar...Travestilerin ardından fırlatılan, çapkınlıkla karışık, utanç ve şaşkınlık dolu bakışlara, sözlü saldırılara, ‘insanca’ isyanlar. Ve her Cumartesi sabah sohbetleri ardından, illede Saray Muhalebicisinin, Osmanlı tadındaki, harika su börekleri. Ve Saray’ın, hemen ilerisindeki İnci pastanesi ve çikolatası keskin profiterolleri yemeden, Beyoğlunu geç(e)memek...Sıcak çikolatalardan sonraki suçluluk dolu ruh halimizle birlikte mutluluk dolu duygularımız…Ahhh…Nerde?
Peki ya, o Çağlayan’a doğru giden yolda, hani canım o Şişli Camii önünde, iddia uğruna, sözüm ona gırgırına, annelerimizin göz nuruyla işledikleri, ucu oyalı mendillerimizi açarak topladığımız bozukluklar…Ve o bozukluklarla, içilen keyifli demli çayların kahvehane kokusu ile karışık, acımsı-buruk tadı! Ve ailelerden habersiz, çoğu günler yoksul, her ayın başında, birgün de olsa lüks yaşadığımız, Üniversite yıllarımız…
Dumanaltı zeminlerde, kantin sohbetlerimiz…Politik, sosyal ve psikolojik tartışmalarımız…Kendimizden başka, herkesi kurtarma arzularımız, kendimizden başkasının fikrine katılmama durumlarımız! Bu durumlar ve arzular çerçevesindeki uzlaşmaz fikir ayrılıklarımız-dargınlıklarımız ve yine de, vazgeçmediğimiz dostluklarımız, kaçamak, gürültülü diskotekler, Londra’da önemli-nostaljik konularımızdır.
Londra yaşamı, kendileri ya da sevdikleri için çalışan, ailesine ilişkin sorumlulukları, eş, dost ve akrabaları olan biz, ‘kadınlar’ için, kolay bir kent değildir. Hem, caziptir, hem itici! Hem, el alemden uzaklaştığımız (!) bir dinlence yeri, hem de, Türkiye tatillerini özleten, Mehmet Efendi kahvesi, çifte kavrulmuş, şamfıstıklı Hacı Şakir lokumlarıyla, yorgunluk giderdiğimiz bir mekandır! Sürekli yarışırız, zamanla!
Çocukları okula götürmek ve getirmek...Aile-öğretmen toplantıları, kızın bale kursu, oğlanın folklörü, büyük kızın sınavı, doktor, okul aile birliği ve belediye randevüleri...Bankaya koştur, arkadaşın doğum gününe armağan yetiştir, ‘aman ucuzluk var-sakın kaçırma, şimdiden valizini, Türkiye armağanları için doldur’...Derken, yarış atından farksız koşarız...Söylenerek...Ama vazgeçmeyiz! Durmaksızın çalışırız. İşte bu durum, Türkiye’den farkımızdır. Orada çalışmamanın felsefesini yapanlar, burada tam tersini üretirler!
Hem sever, hem nefret ederiz!
Öfkelerimiz bitmez!
Ama bir ortak noktamız vardır hepimizin Londra’ya özgü!
Bık(a)mayız!
Gizli yaşanan, bir aşk gibidir Londra! Mıknatıs gibidir. Çeker kendine bizi. Hatta zaman zaman inanılmaz bir İstanbul tadında...!
Londra’da, İstanbul ararız.
Sanki oradaymışcasına, semaverle demlenen çaylar yudumlarız! İstanbul’a tatile gidince, mutlu oluruz. Ancak ne hikmetse; yıllar yıllara eklendikçe, bu kez de, İstanbul’da, Londra’yı aramaya ve yaşamaya…Hatta sütlü, İngiliz çaylarını-uyduruk kahvelerini bile özlemeye başlarız!
-Akrabalar hep hediye bekliyorlar.
-Vallahi bıktım. Üstelik hediyeleri de, beğendiremiyorsun kardeşim
-Bizi Londra’da zengin sanıyorlar.
-Burda Türk, Kıbrıslı ya da Kürt…Orda Londralı…Meğer ne çok değişmişim...Gidince anladım.
-Sanki para ekiyorum, benden tek bekledikleri şey para, para...
Londra’da yalnızlıktan şikayetçi olanlar, bu kez;
-İnsanlar çok içiçeler…Çat kapı geliyorlar canım. Olurmu canım? İnsan bir telefon eder kardeşim! Yoruldum, yeniden bir tatile ihtiyacım var, gibi söylenmelere başlarız.
Yalnızca mutlu değil, mutsuz da oluruz, her tatil öncesi ve sonrasında. Derken başlarız başka ülkelerde tatiller geçirmeye…Ama gönlümüz yine de, ailemizin, analarımızın, babalarımızın, nenelerimizin, dedelerimizin, kardeşlerimizin ve eski dostlarımızın yaşadıkları ya da toprak oldukları ‘orda….’ O köydedir...Ülkemizdedir. Onları, o sevdiklerimizi, hatta sevmediklerimizi, öfkelendiklerimizi bile özleriz. Toprak oldularsa eğer, mezarlıklar gezeriz, elimizde bir demet çiçekle, binbir türlü ritüellerle. Yaşarken itiraf edilemeyen dostluk dolu duygular sunarız!
Bugün evde çalışmaya karar verdim.
Yazılması gereken raporlar, tamamlanması gereken ödevler var. (Bu arada, yeni bir konu ile tekrar üniversite öğrencisi olmaya karar verdim de! Londra yaşamı, başka türlü nasıl geçer ki?!!).
İşime, İngiliz usulü ama Kolombiya kökenli bir kahve molası verdiğimde, haberleri dinlemek üzere, yine bir İngiliz televizyon kanalının düğmesini çevirdim. Bir baktım, BBC’de, bir İstanbul programı. Sanki de sezdim...İstanbul minarelerine ve derin boğaz maviliğine, öylesine ansızın yakalandım ki, gözlerim doldu-taştı; şaştığım bir doğallıkla! Hüzünlendim. Ve başladım programı izlemeye: Bir İngiliz ailesine, yatırım amacıyla, ev satın alımında yardım eden bir başka İngiliz emlakçı ve bir TV programcısı, tüm İstanbul’u dolaşıyor. Anadolu yakasından, Avrupa yakasına dek! Sade Anadolu lokantalarından en lüks otel restoranlara dek!
Her dolaştıkları yerin, her yedikleri yemeğin, her satın almak istedikleri şeylerin fiatını, Türk lirasından, İngiliz parasına çevirerek, paralarının ne çok işe yaradığı ile övünerek dolaşıyorlar. Dünyanın en eski çarşısı olan, kapalı çarşıyı, zevkle-saatlerce, dolaşıyorlar. Bana; Londra’daki, yaşamla olan yarışımı hatırlatırcasına! Ve ikide bir, ‘ay ne ucuz bu, doğrusu, hiç kaçırılmaz’ diyerek.
Ve ben gözyaşlarımın, yıkıcı baruta, ardından öfkeye dönüştüğünü hayretle görüyorum. Birden, hayretle tüm-yok sandığım- milliyetçi damarlarımın kabardığını hissediyorum. Allah allah, bu ben miyim? Benim için, hala çok pahalı olan şeylerin onlar için çok ucuz olmasını, ‘Türkiye artık Avrupalı oluyor, fırsat bu fırsat’ temelindeki, ‘çıkarcı’ yaklaşımları hazmedemiyorum. Kısacası sizin de, anladığınız gibi, programdaki; İstanbul’un en can alıcı, en cilveli semtinden ev alma gücü olan, bu İngiliz ‘karı-kocayı’ kıskanıyorum!
Yazacağım raporları, düşünmem gereken ödevleri unutuveriyorum bir an! Dedim ya…Barut gibiyim. Kıskançlık duygularımın hasetliğe dönüşme sürecini, sanki bir ‘yabancı’ gibi izliyorum. Ama neyseki kendime geliyorum hemen! Kıskançlığımın farkındayım. Hemen, (galiba, kendimi rahatlatmak için, sağlıklı savunma mekanizmasıyla) kendimi, koşullarımı ve ardından sahip olamadıklarımla beraber, sahip olduklarımı da, tek tek düşünmeye başlıyorum. Ve gülümsüyorum.
Ah…İSTANBUL…İSTANBUL…Ne çok dostluklar oluşturduğum, ne ilginç düşmanlıklarla, ayrı kaldığım, ama hiç bıkmadığım, zaman zaman, ‘tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış’ misali, kendisine darıldığım, her tatile gittiğimde, barışıp yeniden aşık olduğum, her seferinde, bambaşka eski ve güçlü taşlarla dolu yokuşlarını keşfettiğim İstanbul! Ah…İstanbul…Neden senden bu kadar uzaktayım ki!
HAYIR…Dostum, hayır…Ben oralıyım. İSTANBULLU…Ama hani ben Adana’lıydım! Birden bire, somurtuyorum. Oraya taşınmak, yeniden- gerçekten İstanbullu olmak, güçlü bir enerjiyle, Londra’dan KAÇMAK istiyorum. Ve bir çok göçmen gibi ‘AH ÜLKEM nerdesin?’ derken, onu özlemle ararken, birden bire, şimdi-burada, içinde yaşadığım Londra’yı yitirme duygularıyla sarsılıyorum. Ve birden-hızla-garip bir biçimde, özlemlerimden vazgeçip, şimdi-burada içinde bulunduğum şu anıma, Londra’ya sarılıyorum!
Ben anlaşılan Londra’lıyım.
-Londra, benim; ben Londra’nın bir parçasıyım.
-Çok emek verdim.
-Duygularım, dostluklarım, parklarındaki ıhlamur ağaçlarına yaslanarak döktüğüm göz yaşlarım!
-Nasıl ayrılırım buradan? Sana nasıl ihanet ederim ki, kaygılarıyla…Hüzünlerimle yüzleşerek, baş etmeye çalışıyorum.
Kısacası dostlar…Bu ikircikli duygularımla yaşamak, bu duygularımla dengede kalmak uğraşı veriyorum. ‘Kalmak mı zor gitmek mi’, hala bilemiyorum. Ama Londra’da yaşadığım; ülkemi, özellikle de, İstanbul’u, artık cesaretle özlediğim, özlemlerimle dolu dolu hüzünlenebildiğim, karşı koymadan ağlayabildiğim için, seviniyorum.
Hani o kırgınlıklar, hani o hiç bitmeyeceğini sandığım öfkeler hatta yaşanmış ya da yaşanamamış tüm aşklar, yarım kalan arkadaşlıklar, öyle bir geride kaldı ki!
Mutluyum.
Seviyorum.
Seviniyorum.
Bu duygulardan daha zengin ne olabilir ki!
Yeniden gülümsüyor ve raporlarıma, bitirmem gereken ödevlerime dönüyorum, İstanbul tadında-İstanbul kokulu, çocukluğumun Adana’sını yadsımadan, Londralı olmanın hüzünlü bir keyfiyle…
Kaynakça
1) www.vishne.net
Londra, 10 Aralık 2005